moğolistan 9

Moğolistan’da yolculuklar Ulan Baatar’dan yapılıyor. Uyarlarsam, Ankara’dan Artvin’e gittim, Artvin’den de Mardin’e geçeyim yok. Önce Ankara’ya dönüp, oradan gideceksin Mardin’e. Mörön’de internet erişimim olunca, bi arabaya yanlama umuduyla hemen feysbuk’taki yerel gruplara yazıyorum ama ııh. Bizim Türkler geldiğimiz arabayla Ulan Baatar’a dönecekler, yorgunluktan, çabalamaktan ölmüşüm zaten, iyi diyorum, ben de geleyim, sonrasına bakarım. 12 saat yolculukla Ulan Baatar’a dönüp guesthouse’daki yatağıma canım çıkmış halde uzandığımda hesaplıyorum, son 1 haftanın 24 saati nizami yollarda, 24 saati yol olmayan yollarda zıplayarak, 18 saati de at sırtında ecel terleriyle geçmiş. Önümüzdeki 3-5 gün macera istemiyorum, yiyip içip yatacağım.

Rahat yatak, klozetli tuvalet, sıcak duş, wifi, yemek seçme imkanı, kişisel alan… Biraz o yana yatayım, biraz da bu yana yatayım. Bakayım Fenerbahçe 6 numara transferi yapmış mı. Tuvalette uzun uzuun oturayım. Yarım saat kedi ve düşen insan videoları izleyeyim. Bugün Kore restoranını deneyeyim, yarın pizza yerim. Günler sonra alan bulmuşken 31 çekeyim. Spotify- yeni müzik radarı’nı tarayayım. Biraz daha yatayım. Bi 31 daha mı çeksem. Çikolatayı abarttım, sağlıklı Moğol atıştırmalığıyla dengeleyeyim. Sağlıklı Moğol atıştırmalığı- içindekiler: kuyruk yağı, ghee, tuz, şeker, buğday unu, karbonat. -50 derecede kereviz sapıyla sağlık olmuyor tabii, neyse ki insan olma deneyiminin milyor versiyonu var…

Fakir hedonizmiyle 1.5 gün geçirdikten sonra tekrar araştırmalara girişiyorum. Aklımdaki rotalardan birine trenle gidilebildiğini öğrenip yükseliyorum. Henüz kısmet olmamış Moğol gırtlak müziğini dinleyebileceğim bi etkinlik de buluyorum. Kaldığım guesthouse’u beğenip oda tutmaya karar vermiş, ülkedeki son günlerini geçiren Zümral’a rastlıyorum. Konserden ve tren yolculuğundan bahsediyorum. İkisine de eşlik etmek istediğini söyleyince önce tren garına yürüyoruz. Gidiş-dönüş biletlerimizi almayı becerdikten sonra sigara molası için kaldırıma oturuyoruz. Kalkıp önden yürürken Zümral kırmızı boyaya oturmuş olduğumu fark ve ifade ediyor. Son 7 yıldır üniforma sıklığında, yıkayıp yıkayıp giydiğim koyu yeşil decathlon pantolonu daha da karaktere kavuşmuş, güzeeel. “Beatles heykeli varmış, oraya da uğrayalım” diyorum, Zümral uyumlu bi insan, hayır demiyor. Heykelle takıl, karnını doyur derken gırtlak müziği dinleyeceğimiz yere doğru yürüyüşe geçiyoruz. Ne küçük ne büyük, hoş ve sade bi salon. Yarısından fazlası dolu. İzleyicilerin yüzde 90’ı bizim gibi başka diyarlardan gelenler. Bi çeşit turist eğlencesi ama güzel, tarz bi versiyonu. Deli deli vokaller dinliyoruz. Göz alıcı renkler, dekorlar, kıyafetler… At kafalı, at sesli falan, çok Moğol enstrümanlarla tanışıyoruz. Dansçılar ve müzisyenler hem naiflikten hem yetenekten kopuyorlar. Güzel videolarla ve birçok iyi ki’yle ayrılıyorum salondan.

Kaldığım yer ünlü bi manastıra yakın, sonraki gün oradan devam ediyorum. Gandantegchinlen Manastırı inşa edildiğinden beri ülkenin en önemli budist merkezlerinden biri olmuş. 1939’daki komünist devrimden sonra ülkedeki tüm dini yapılar tuzla buz edillirken, Gandan’ın da ana bina ve birkaç küçük kısım dışında tüm yapılarını yıkmışlar. Ana bina önce misafirhane, mühimmat deposu vs. olarak kullanılmış. 5 yıl sonra ise komünistler dünyaya “bakın, biz de özgürlüklere saygı duyuyoruz aslında” ayağı yapmış ve Gandan’ın manastır olarak kullanılmasına izin vermişler. Yani 1944’ten 1989’da rejimin yıkılışına kadarki 45 yıl boyunca ülkenin tek tapınağı burasıymış. Bu esaslı rolünün yanında, dünyanın kapalı alandaki en büyük Buda heykeline de evsahipliği yapıyormuş Gandan. Altın ve değerli taşlarla kaplı 26 metrelik bakır reyiz etkileyici, içeri girer girmez selamı çakıyorum. Büyüklü küçüklü ne kadar dönen budist şeyi varsa elimle döndürerek mekanı tavaf ediyorum. Çok da varmış, kolum yoruluyor. Ziyaretçiler yoğunlaşınca bahçeye çıkıyorum. Bakıyorum orada da dua çarkları var, az daha döndüreyim diyorum, evrene bele$ten şefkat saçılsın. Hızlı çevirirken bam diye tırnağıma çarpıyor, kolum da yoruldu zaten, yeter Baran, çevireceğini çevirdin. Küçük yapılardan birine dalıyorum. İçeride 15-20 tane rahip sabah ayinini yapıyor, az sayıda izleyici de kenarda oturuyor. Bi rahip “gubi zibi mıkır tıkır…” diye önündeki Sanskritçe yazmaları okurken diğer rahip “zama zuma faka fuka…” diye kendi metniyle aradan dalıyor. Derken üçüncü “homor tokor sabor babor…” diye sanki diğerleri hiç konuşmuyormuş gibi giriyor. Bi anda gubi zibi faka fuka homor tokor birbirine karışmış halde aşure gibi oluyor ortam. Cascascascas diye ziller giriyor, zbam zbum diye gonglar çalıyor falan… Kaotik çoksesliliğin bi keyfi var, lakin sabah sabah kafam da skiliyor, biraz takılıp ortamdan uzuyorum. Bi yandaki küçük yapıya giriyorum. Burada daha sakin bi ortam var. İki rahip efendi efendi yazmalardan okuyor, 20-30 Moğol da sıralara oturmuş dinliyorlar. Ben de aralarına oturuyorum. Rahiplerden birinin verdiği buhurdanlık elden ele dönüp sonunda bana da geliyor. Diğerleri gibi belimin çevresinde 3 tur döndürüp yanımdakine uzatıyorum. Yarım saatlik eşlikçiliğin ardından önce binadan, sonra da manastırdan çıkıp yürümeye devam ediyorum. Odama dönmeden karnımı doyurmaya karar veriyorum. Hava bütün gün yağışlıydı, bozuk kaldırımlar su birikintileriyle dolu ve ıslak. Düz yolda giderken ayağım kayıyor. Reflekslerim bayaa iyidir, 10 kez düşer gibi olsam 9’unda bi numara yapar, düşmeden kurtarırım. Bildiğin ağır çekimde, 8 saniye falan, “Kurtardım. Yok kurtaramamışım. Yoksa son anda sıyırdım mı gibi? Yok yav hala kayıyor…” diye halden hale girerek dizlerimin üstüne düşüyorum. 3 liseli ayıp olmasın diye az gülüp geçiyorlar. Umarım sevapları-günahları yazan, hep iki omzumuzda takılan Kiramen Katibin melekleri, düşme anlarındaki yüz ifadelerimi de kaydediyorlardır. Ve bi ara -Sırat öncesi sıra beklerken mesela- bana da izletirler. Dizim önümüzdeki haftalarda istikrarlı bi şekilde acıyacak ama şükür beter olmayacak.

Ve tren yolculuğuna çıkacağımız gün geliyor. Tren akşama, aklımda da görmek istediğim diğer yer var. Oraya gideceğim otobüs biletini önden alıp netlemek istiyorum. Biraz araştırma, biraz tarzanca-el kol karışımı, biraz gugıl meps derken halk otobüsüne atlayıp Dragon Otobüs İstasyonu’na gidiyorum. Dragon isminin altını çizmek isterim. 8 gişe var, 2’si açık. İkisinde de bayaa sıra var, daha az gürültülü olanı seçip beklemeye başlıyorum. Dünyanın çoğunda olduğu gibi burada da davar gibi sıraya giriyorlar. Güreşiyor muyuz, yiyişiyor muyuz, ford mu dönüyor, timsahlara yem olmadan nehrin öte yanına mı ulaşmaya çalışıyoruz, neden böylesiniz arkadaşım ya. Böyle söylene söylene 15 kişilik sıranın yavaşça eriyişini deneyimliyorum. Önümde 2 kişi var, birinin de işi bitmek üzere, kafamın içinde gideceğim yeri, günü, saati tekrarlıyorken çığlıklar basıyor ortalığı. Binanın arka tarafından çığlık çığlığa bi kalabalık koşturuyor, panikle kapılara yöneliyorlar. Sırada arkamda olanlar da onlara katılıyor ama önümdeki son kişi ve gişedeki kadın duruyorlar. Koşan kalabalıktan 2 kişi bizim yana doğru bağırarak geliyorlar. Son kişi ve kadın hala sabit. Ulan noluyor ve napmalıyım? “Sırayı kapmak için yapılan bilmediğim bi Moğol numarası mı bu acaba?” bile geçiyor aklımdan son kişi ve gişe-kadın hala sabit oldukları için. Asıl soru: Ne diye bağırıyorlar? Bomba mı var? Elinde silahıyla katil mi kovalıyor? Anlayamamanın tribi de bi ayrıymış yani. Bakıyorum bizim ikili de kaçmaya başlıyor, ben de takılıyorum peşlerine, belki de binadan çıkan son kişi oluyorum. Çıkar çıkmaz insanların baktığı yöne doğru kafamı çeviriyorum. Dev alevler istasyonla ortak duvara sahip binayı sarmış, her yer cayır cayır yanıyor, kopkoyu dumanlar bulut gibi gökyüzünü sarıyor. Uçaktan füze atılmış, kimyasal madde alev almış ya da ejderha saldırmış gibi bi coşkuda alevler. Biraz hızlanıp güvenli mesafeye geçiyorum. Kadınlar birbirine sarılmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyorlar, sağa sola bissürü insan koşturuyor, itfaiye sirenlerinin sesleri yaklaştıklarını hissettirir şekilde artıyor. Biraz izliyorum, baktım saat zaten geç olmuş, bilet falan mimkin diil daha, dönüş yolunda yürümeye başlıyorum. 8 km yürünmez şimdi, bi otobüse atlıyorum. 1 durak sonra çılgın alkol kokan yaşlı bi dayı biniyor, söylene söylene tam arkama oturuyor. Trafik var, dayının söylenmesi artıyor, nefesindeki alkol bulutundan sarhoş olmak üzereyim. Ulan ne acaip bi gün diye düşünüyorum bi yandan, işaret mi acaba, gitmemeli miyim son durağıma. Sonra diyorum her bok da sana işaret zaten, tren yolculuğundan dönünce bi tur daha denersin, yine abartılı bi olayla alamazsan bileti, o zaman vazgeçersin. Dayı omzumu dürtüyor. Dönüp bakıyorum, kızgın kızgın bişeler anlatıyor. Anlamıyorum abicim şeklinde jest ve mimiklerle önüme dönüyorum. 15 dakika sonra yine dürtüyor, bi sktir git be dayı. Haritaya bakıyorum 2 km kalmış, inip yürümeye karar veriyorum. Karnımı doyurmak için oturduğum pizzacıdaki televizyonda yangın görüntülerini izleyerek tren yolculuğunun saatinin gelmesini bekliyorum.