moğolistan 8

Soğuk-kaka kombosuna uyanıyorum. Milyon tane güzel, zor, absürt, biricik an dönüp durmuş kafamda gece boyu, bayaa az uyumuşum. İyisiyle kötüsüyle hayatı çok kafaya takan biriyim, 3 gün Duha obasında kalmakla değişebilecek bi pratik diil bu. Kaka ikinci ihtarını veriyor. Tuvalet kağıdı+yenidoğan ıslak mendil ceplere tıkılsın, hafif eğimli arazide yürünüp etrafına çaput bağlanmış bok çukuruna varılsın. Kakanın dediği olur 🖐 Çömüp pozisyonumu alırken bi rengeyiğiyle göz göze geliyorum. Aramızda 20 metre falan var, götün götün de yaklaşıyor. Gece düşünmekten uyuyamadığım aralıkta bi ara çişe kalkmıştım. Bissürü yıldız, tüm oba uykuda, ortamda çıt yoktu. Kafa lambamı sağa sola çevirince ileriden ikili beyaz ışıklar yansımıştı. Bi yandan işiyor, bi yandan sağa sola çeviriyordum kafamı, her 5 saniyede bir ikili ışıkları daha yakında görüyordum. Düşük bütçeli uzaylı filmi sahnesi gibi gerilim anları. Tuz müptelası tipler kaynağa varmadan çişimi bitirip tipiye kaçmıştım. Şimdiyse kaçamayacak bi çaresizlikteyim. Rengeyiği yaklaşıyor. Hayvanları yönlendirmek için çıkarılan seslere hep gülmüşümdür. Brüsst, hoşt, uşt vs. gibi. Trabzon’da na gılı gılı gılı diyorlarmış mesela, Kayra’dan duyalı 20 yıl oldu, hala gülüyorum. Rengeyiğine ne denir ki? Hazır veri yok, doğaçlıyorum. Gımıııh gımııııh (ağır ve ıh vurgulu)! Hıptar hıptar hıptar hıptar (seri kullanım, pt’ler patlıyor)! Yeek babalaar yeek yeek yek! Fankisoloindıeee fankisoloindıeeee! Hayvan belli ki bazı sorunları olan yabancıya yanaşmıyor, işimi halledip tipiye dönüyorum.

Bi iki parça atıştırıp, 10’da atlarımıza gidiyoruz. Anne-baba-2 kızdan oluşan tatlı İspanyol aileyle ayaküstü muhabbet ediyoruz. 3 hafta sonra İstanbul Havalimanı’nda beraber bavul bekleyip, 10 dakika boyunca “Yerebatan Sarnıcı’nı görmelisiniz!” gazı vereceğimden o an haberimiz yok. Atımın üstünden Dalay Uva’ya 3 kez falan bağırıp el sallıyorum. “Örtüm Dalay Uvaa! Örtüm!” Örtüm teşekkürler demekmiş Duhaca. Bi örtü için o kadar bağırmam yazışı.

Bugünkü at yolculuğu 4 saat sürecekmiş. Başlarda bataklık varmış ama yolun yarısı falan düzlükmüş. 2 ekstrem yolculuktan sonra mutluluk veren beyanlar. Yine tetikteyim ama hafiften de güvenim gelmiş durumda. Diğer Türkler iyice laylay vaziyetteler. Gerçekten de gerilim dozu düşük bi şekilde 2 saat ilerliyoruz. Bataklıklara girip çıkıyoruz ama biz neler gördük peeh. Dalay Donğa ve ben önde, 2 Türk, Zaya ve Odtın Donğa 30 metre arkada olacak şekilde, solu tepe, sağı bataklık sıkı topraklı, dar bi patikada sakin sakin ilerlerken “aaaaaa!” diye bi çığlık duyuyorum. Arkadaki atlardan biri dörtnala üzerimize doğru koşuyor. “Aaaaaa! Aaaaaaaa! Aaaaaaa!” şeklindeki çığlık volümü yükselerek tekrarlanıyor. Dörtnala koşan at benim atı sıyırıyor, Dalay Donğa’nın atına yandan çarpıp, hız kesmeden koşmaya devam ediyor. At önümüze geçince “Aaaaaa!” çığlığının kaynağını anlıyorum. At diğer Türk’ü üstünden atmış ama botu üzengiye takılı kalmış. At dehşete kapılmış bakışlarımız eşliğinde koşmaya devam ediyor, diğer Türk bi ayağı üzengide, diğer ayağı ve sırtı yere çarpa çarpa, elleriyle bi yerlere nafile tutunmaya çalışarak, “aaaaaa!” çığlıkları eşliğinde toz duman içinde hızla gözden kayboluyor. Herhalde bi 30-40 metre de öyle gittikten, çığlığın volümü bi miktar azaldıktan sonra yavaşlayıp duran atı seçiyoruz uzaktan. Hayatımda bu kıvamda bi adrenalini taş çatlasa 5 kez salgılamışımdır. Böyle anlarda donarım ben, benimle birlikte bütün kafile donmuş vaziyette. Çözülür çözülmez atlardan iniyoruz. Dalay Donğa koşarak, bizler titreyen bacaklarla yürüyerek meçhule doğru ilerliyoruz. 2023’te hayata bakışımı değiştiren 3 tane büyük yamuğa maruz kaldım. Birini bu kişi yapmıştı, o yüzden ismi diğer Türk. O yüzden düşmeden önceki yarım saattir kafamın içinde ona bağırıyor, küfürler ediyordum. O ekstrem sahneyi yaşadığımda içim allak bullak oluyor. Bi yanım ilahi adalete gülümsüyor, bi yanımsa iyi olması, sağ ve tek parça olması, eşine çocuklarına bağışlanması için Allah’a dua ediyor. Titrek bacaklarla meçhule ilerlerken pekmezi akmış, kolu bacağı kopmuş, kemikleri kırılmış birini bekliyor ve korkuyorum. 60-70 metre boyunca yere hızla vura vura sürüklenen birinden bahsediyoruz. Ve 2 atın anca sığacağı sıkı toprak patikada yer yer büyük taşlar var. Yanına vardığımızda kafasını kollarının arasına almış otururken buluyoruz. Çok şükür hayatta, görünürde akan kan da yok. Adrenalin komasından çıkmasını bekleyip, ağır ağır sorular soruyoruz. Kırık-çıkık, bulantı, baş dönmesi, şu bu var mı? Önce ayağa kalkıyor, sonra yürüyor. Sadece bileğinde hafif bi şişlik var, o bile geçecek birkaç güne. (Benim yorumumla) eşinin, çocuklarının sevgisi ve hayatının ilk dönemlerinde ödediği zorlu kefaretler sayesinde mucizevi bi şekilde sapasağlam atlatıyor bu kazayı diğer Türk.

Tütünler, şok hislerini birbirine anlatmalar, “sadece 2 saat kaldı ve yolun kalanı düz” motivasyonlarıyla tekrar atlara biniyoruz. Asi ata yükler yükleniyor, diğer Türk başka ata biniyor tabii. Derin bi sessizlikle geçiyor o 2 saat. Yolun çoğunda açık olan havayı kara bulutlar kaplayadururken atlara biniş noktamız olan ahşap kulübeleri görüyoruz uzaktan. Az sonra kulübelerin önüne vardığımızda atıma içimden, dışımdan bissürü teşekkür ediyorum. Eğilip toprağı öpüyorum. Bu defa da ölmedin Baran karşim.

20 dakika sonra haki renkli komik Sovyet minibüsü geliyor. Minibüs yanaşırken kapkara olmuş hava patlıyor. Ceviz büyüklüğündeki dolu taneleri patır patır yağmaya başlıyor. Kucağında Timo’yla Zaya iniyor hızlı hızlı, 2 çift Batılı gezgin de onları takip ediyor. Sundurmanın altında Zaya-Timo-Odtın hasret giderdikten sonra Zaya yanaşıyor sırıtarak. Yolun nasıl geçtiğini soruyor. Gibi izlemiş olsaydı keşke. “Çetin de laf mı Zaya, pek çetindi! ” diyorum içimden. “Artık daha iyi bi binicisin Baran” diyor. “Daha kötü bi binici olabilirim, muhtemelen eksiye düştüm.” diyorum, kahkaha atıyor. Yolu, deneyimi, dönüşteki kazayı falan anlatırken dolu deliriyor, bembeyaz buzlar yeri kaplıyor, sesten birbirimizi duyamaz hale geliyoruz. Zümral’la göz göze gelip, gözlerimi kocaman açıyorum sırıtarak. Kocaman açılan gözler eşittir yarım saat önce at sırtında şu doluya yakalansaydık üç nokta. Dalay ve Odtın Donğalara ve Zaya’ya sıkı sıkı sarılıp minibüse biniyorum. Çevirmenimiz küçük Zaya da bizimle geliyor, o Tsagaannuur’da inecekmiş, bizse Ulan Uul isimli kasabaya devam edip Mörön yolunu kolaylayacakmışız. Araba çok bomba. Gelirken bindiğimiz Land Cruiser limuzinmiş meğer. Bozuk yollarda dev sallanarak Tsagaannuur’a varıyoruz. Daha bu şekilde 12 saat bu arabadayız. Atlı yolculuktan sağ ve tek parça çıktım ya, istersek 3 gün zıplayalım, kafamızı vuralım, kusalım arabada, umrumda oluyormuş. Küçük Zaya’nın annesi okulda görevliymiş, obadayken Zaya’dan Duhaca kitap istemiştim, evine bırakırken hatırlatıyorum. Annesine sorup buluyor bi tane resimli ilkokul kitabı, dünyalar benim oluyor. Ona da veda edip, komik minibüsümüz ve onun değişik şoförü Gala’yla Ulan Uul yoluna düşüyoruz.

Yol geldiğimiz gündekinden daha iyi durumda, birkaç gün yağmur yağmayınca görece toparlamış. Görece toparlamış hali de non-stop zıplamalı, bolca saplanıp çıkmalı vs. ama gerçekten alıştık artık. Bi ara aniden duruyoruz. Gala iniyor, biraz tepeye tırmanıp gözden kayboluyor. Az sonra geri geliyor. Sıçıp geldi adam. Zaten dil bariyeri var, hiç lagaluga yapmadan sıçıp geliyor. Seviyorum bu netliği. Yola devam ediyoruz, 1 saat sonra arabanın orta yerinden dumanlar yükseliyor. Piston aşağı indi stayla hızlıca dışarı atıyoruz kendimizi. Gala sıfır panik, sırıtarak takım çantasını buluyor, koltuklardan birini söküp alan açıyor ve tamire girişiyor. Ne kadar buradayız, araba yola devam edebilecek mi falan, sıfır bilgi, sıfır kontrol, ıssızlığın ortasında tütün içiyoruz. Diğer Türk biraz gülebilir, konuşabilir hale gelmiş, attan düşme hakkında muhabbet dönüyor. Durumdan cesaret alıp saatlerdir kendi kendime güldüğüm şeyi söyleyebiliyorum: ” Olm Hababam Sınıfı’nda Badi Ekrem’i at kaçırıyordu ya, tam öyle bi sahneydi uzaktan.” Hepimiz gülüyoruz. Gülebilmek güzel. Yarım saat sonra Gala sırıtarak “hadi gidelim” işareti yapıyor. Müzik açıp bağıra bağıra şarkılara eşlik ediyor. Gala kardeşim, hayatımdaki 200 insanla yıllardır kişisel gelişimden kişisel gelişime koşuyoruz, şamanik bitkilerle, Budist meditasyonlarıyla, Youtube videolarıyla götümüzden kan gelene kadar uğraşıyoruz, hepimizi toplasan senin vardığın yere gelemeyiz, bilesin. Gelirken mola verdiğimiz küçük yerleşimde durup, yine orada yemek yiyoruz. Yolun devamında bu defa korna takılıyor, Gala onu da tamir ediyor. Belli ki tam da edemiyor, sert zıplamalarda korna takılmaya devam ediyor.

Dumanlar çıka çıka, yolda kala kala, korna takıla takıla, zıplayıp kafayı cama vura vura, Gala’nın kahkahalarına eşlik ede ede o akşam Ulan Uul’a, sonraki akşam da Mörön’e varıyoruz.