moğolistan 7

Küçük küçük toplanmalara, kap kacak sesleri ve fısıltılara uyanıyorum. Bugün göç edeceğiz.

Tipinin önündeki masada sıcak su dolu termos, sallama çay-hazır kahve, reçel, bayat ekmek ve poşetli bisküvi bizi bekliyor. Her yolculukta olduğu gibi demleme çay, simit ve zeytinyağını özlüyorum. Hiç yemesem olmayacak, isteksizce atıyorum ağzıma bişeler. Biz atıştırır ve boş boş bakınırken hazırlıklar hızlanıyor. Zaya belirince ne zaman yola düşeceğimizi soruyorum. Odtın donğaya sorup geliyor, rengeyikleri gitmişler, döndüklerinde yola çıkacakmışız.

Obanın her yerinde aynı hareketlilik var. Birkaç saat içinde tipilerin dışındaki örtüler sökülüyor, kap kacaklar, battaniyeler, gıdalar taşınmaya hazır hale getiriliyor. 1.5 gündür konakladığımız tipiden geriye kütüklerden iskeleti kalıyor. Çizgi film sahnesi gibi.

Öğleye doğru artık her şey hazır. Arada güneş de gidiyor, yer yer kara bulutlar, sertleşen rüzgar… Yine neyimiz varsa giyiyoruz kat kat. Hazır olup yola koyulanları, kervanın öncülerini izliyoruz. Atlara ve rengeyiklerine sıkıca bağlanmış eşyalar, kendi atlarını süren küçücük çocuklar, at üstünde birbirine laf atan kadınlar. Az ötede şamanı görüyoruz, rengeyiğine binmiş ilerliyor. Odtın bizim atları getiriyor. Tam bineceğiz, bi diğer epik sahneye şahit oluyoruz. Onlarca rengeyiği yanımızdan koşarak geçiyorlar, arkalarında genç bi Duha atlısı, bağırarak yönlendiriyor. Taa uzaklarda yokuşu tırmanan kervanın bi ucu, peşi sıra giden yaşlılar, çocuklar, kadınlar, eşyalar, rengeyiği üstünde şaman, ardından dıgıdık dıgıdık yardıran rengeyikleri ve atlı çobanları. Kervanın sonunda biz. Ardımızda bıraktığımız tipi iskeletleri ve deremize bakarak yaz obasından göçüyoruz.

Başta Enzo olmak üzere, vücudumun her parçası yine tedirgin tabii. 5-6 saat arası at binecekmişiz. Özellikle ilk gece karanlıkta indiğimiz, sular akan, taşlar kayan dik yokuştan tırsıyorum. Önceki gün Odtın’a ‘2 saat önce çıkıp yayan tırmanayım, yokuş başında bekleyeyim” teklifiyle gitmiştim, gülmüştü, “çok yorulursun, yerler de hep çamur, yürüyemezsin” demişti. Yavaş yavaş tırmanıyoruz konvoy halinde, beklediğimden rahat geçiyor. Sonra bi süre düz bi güzergahta ilerliyoruz. İlerlerken göç kervanının arası iyice açılıyor. Yine kalıyoruz 6-7 kişilik bizim klik.

Kuru ve düz zemin yine tatlı bi ısınma faslı olarak kısa sürede geride kalıyor. Gelsin bataklıklar. Üç beş damla serpiştiren bulutlar da akıyla karasıyla ufaktan kayboluyorlar. Nadiren bulutlarla perdelenen güçlü bi güneşin alnında ilerliyoruz. Şıpır şıpır terler halde birkaç tepeyi inip çıkıyorum. Sonra bi ormana dalıyoruz. Dar patikalar, yüze göze çarpan dallar, arada değişik kuş sesleri. Ormanın içinde koşturan, sürüden kopmuş rengeyikleri, peşinde atla yardıran Duhalar. Önde giden Dalay donğa benim atın ipini de çekiyor. Yolu bulmak onun işi, ben de haliyle yancısıyım. Her defasında bi sağdan, bi soldan deniyor, en geçilebilir yeri deneye yanıla buluyor. Ormanda bi bataklıktayız. Dalay donğa nereyi denese olmuyor, bi oraya gidip geri dönüyoruz bi buraya. Sonunda bi yere dalıyor. Birkaç metre ilerledikten sonra at boğazına kadar balçığa saplanıyor. Hayvan debeleniyor, Dalay donğa debeleniyor, benim at huysuzlanıyor. Elim ayağım titrer halde az ötedeki Zümral’ın dehşete kapılmış yüzünü görüyorum. Nasıl bi haldeysem artık, bana baktığında yüzündeki dehşet artıyor. O anda yüzümdeki ifadenin fotoğrafı olsa keşke. Bana tırsmanın resmini yapabilir misin Abidin? Ata binemeyecek kadar küçük çocukları ata iple bağlıyorlar, keşke beni de bağlasalar. Usta binici Dalay bi şekilde balçıktan çıkıyor, iyice gerilere dönüp geçilebilir bi yer buluyor. Biraz ilerledikten sonra “Allah’ın adını verdim, bi mola verelim” deyip kafileyi durduruyorum. Islak olmayan bi karayosunu bulup çöküyorum. “Deelimi çıkarsam, bi yere bağlayabilir miyiz?” diye soruyorum, ayarlarız diyorlar. Katmanları çıkarıyorum, donum dahil her yerim sırılsıklam, 2 litre falan terlemişim. Elimde küçük pet şişede su, şimdiden sonuna gelmiş. Yolda dolduracağım bi su kaynağı var mı sorusuna, ııh diyorlar. Sizde yedek su var mı, ona da ııh. Hayırlısı.

Orman bitiyor, biraz ilerliyoruz, dünya değişiyor, Orta Dünya’ya giriyoruz. Yanımızda siyah siyah kayalardan oluşmuş bi tepe beliriyor. Nereden çıktınız bi anda siyah kayalar? İki atın yan yana ilerleyemeyeceği dar bi patikadayız, yanımız düşsek öldürmeyecek ama büyük süründürecek bi uçurum. Dimholt yolu yokuştur, kafaları tokuştur. İsildur’u satanlar ya şerefsiz ya puşttur ooo… Kafamın içi hep böyle garip çağrışımlarla dolu. Köydeki evimde olsam bunları bağıra bağıra zıplardım ama insan içinde ve at sırtında yapmıyorum öyle şeyler. Biraz daha ilerleyince karşımıza bi gölet çıkıyor. Dalay donğa sağını solunu deniyor ve göletin içinden geçmeye karar veriyor. Atın kafası dışarıda kalacak şekilde suyun içinden devam ediyoruz. Birazdan da Moria madenlerine gireceğiz herhalde. Şaşırıp durmaktan tırsamıyorum.

Orta Dünya kesiti bittikten sonra yol yine bataklıklarla dolu ama artık bildiğimiz dünyadayız. 1-2 saat de öyle ilerledikten sonra sonbahar obası beliriyor. Yuvasını, at arkadaşlarını gören atlar bi hızlanıyor, abarttıklarında dizginlere asılıyorum, biraz hızlı, biraz yavaş obaya varıyoruz. İlk günkü 9 saatlik yoldan bile zorlu, 5-6 saatlik bi yolculuktu. Bu defa da ölmedim.

Sonunda göç bitmiş, oba nüfusu tamamlanmış, herkeste tatlı bi neşe var. Yaz obasına göre daha ağaçlı, ufku daha çok gören, havası belli ki bi tık daha ılıman bi yerdeyiz. Su kaynağı olan dere daha ufak. Biraz ağaç gölgesinde uzanıp dinleniyoruz. Az ötemizde atları bağlamışlar, uzandığım yerin 2 metre yanından rengeyikleri koşturuyorlar. Herhalde kafama basmazlar. İnşallah. Az dinlendikten sonra dereye gidip suyumu dolduruyorum. Uzandığımız yere dönüyorum, ren geyiği südü ve pişi ikram ediyorlar. Allah be pişi. Gumçik gumçik yiyorum. Pişimi, çayımı, seksimi eksik etmesinler bana bu dünyada ölüm yok. Duhalar bizim tipi ve diğer tipileri kuruyorlar bi gayret. Birkaç saate her şey hazır. 3-5 saatte toplanılan, 3-5 saatte kurulan basitlikte, herkesin mutlu göründüğü bi hayat.

Tipi hazır diyorlar, çantalarımızı alıp yerleşiyoruz. Gözümüzün önünde yatağımızı kuruyorlar. Yatak=iki parça tahta ayağın üstüne oturtulan iki büyük parça ağaç, üstüne bi kat battaniye. Terlileri değiştirip, tütünleri sarıp tipinin yanına oturuyoruz. Güneşin son saatleri. Az sonra Odtın ve Dalay gelip yere uzanıyorlar. İkram ettiğimiz tütünleri sarıp muhabbete dahil oluyorlar.

Selcen Küçüküstel-Rengeyiği Türkleri: Dukhalar. Bi kez daha hatırlatayım ve tavsiye edeyim bu güzelim kitabı. Belki Duhalar’ı yine duyar, yine gelirdim buralara ama Selcen kızkardeşimin bu hediyesi olmasa böyle hissederek, bilerek, aileme kavuşur gibi gelemezdim. Bu sikko çağda böyle bi insanlık deneyimi yaşandığını bilmek, Duhalar’ın dağla, taşla, canlı cansız her varlıkla kurduğu bağı öğrenmek, avcılığı, şamanizmi, insan-doğa ilişkisini hayranlıkla, ilhamla okumak çok besledi ruhumu. Sağ olsun Selcen.

Kitapta okuduğum tüm kelimeleri, ayrıntıları not etmiştim telefonuma. Odtın, Dalay ve çevirmen olarak Zaya’yı yakalamışken tek tek soruyorum sırıtarak. Azalı cer (hayaletli yer) nerededir? Caraş nehri ne taraftadır? Dahılga’ya (atalardan kalma kutsal yer) gidiyor musunuz? Eeren’leri (şamanın kumaş parçasını canlandırıp koruyucu ruha dönüştürdüğü totem) göremedim, nerede saklıyorsunuz? Ormanda kaçışan rengeyikleri anjig (kaçıp yabanlaşan evcil rengeyikleri) mi olacaklar? Gördüklerimiz arasında ıtık ivi (kutsal rengeyiği) var mı? Dün bindiğimiz caaş ivi’ydi (yumuşak huylu rengeyiği) di mi? (Rengeyiklerini anlatan onlarca kelimeleri var Duhalar’ın.) Murgu (elk geyiğinin sesini taklit eden, çam ağacından yapılan alet) var mı yakında, çalardık?

Dalay ve Odtın’ın ortasına onlar gibi uzanıp öyle devam ediyorum muhabbete. Av maceralarını anlattırıyoruz. Moğol devleti 10-15 sene önce avı yasakladığından beri Duhalar kültürlerinin çok önemli bi parçasını eskisi gibi yaşayamıyorlarmış. Yine de tek tük, kaçak göçek bişeler yapıyorlarmış. “Ayı avladınız mı hiç?” diye soruyorum. Avlamışlar. “Ayı etinin tadı nasıl?” “Genç ayının eti çok lezzetli.” ” Bi de ayının yağı -50 derecede bile donmuyor.”

“Kışın avlanıyor musunuz soğukta?” “Tabii. -50’ye kadar üşümüyoruz, -60 olunca üşüdük.”Hep birlikte gülüyoruz. “-60 nedir abi, siz benim için süper kahramansınız” diyorum. Adını anarken bile üşüten o saçma sıcaklık değerlerinde tipi falan da yokmuş, açıkta büyük bi ateş yakıp, yanına kalın kıyafetleriyle kıvrılıp uyuyorlarmış. Selcen’in kitabında olmayan kelimeler de soruyorum bazen. “Yağmur ne demek?” “Cas.” “Baran cas demek. Ben Cas hakka, sen Deniz (Dalay) donğa.” “Ehehe Deniz? Deniz…” diye gülüp yeni ismine alışmaya çalışıyor Dalay donğa. Ayrılana kadar Deniz donğa diyorum artık kendisine.

Akşam için kesilen odunlardan alıp tipiye doğru giderken çocukların geldiğini fark ediyorum. Rengeyiklerini toplayacaksan tuz, Duha çocuklarını toplayacaksan şeker (lolipop) kullanacaksın. Obada racon böyle. Bu kadar bal çocukları yakalamışken fotoğraf çektiriyorum.

Dalay uva akşam yemeklerimizi getiriyor. Muhabbet arasında 35 yaşında olduğunu öğreniyoruz. Abla dediğim kadın benden küçük çıkıyor. Olsun, vibe’ı abla vibe’ı, benim için Dalay uva kalacak kendisi.

Vücutlar pert halde, son gecemizi geçireceğimiz tipimize girip, ağrılı ama mutlu bi uykuya dalıyoruz.

23.11.23