moğolistan 6

Sonunda ısınmış, hatta bi lokma terlemiş vaziyette kakaya uyanıyorum. Sobamız yanıyor, Zaya sabah birkaç odun atmış olmalı.

Yorgunluk, karanlık ve soğuk nedeniyle gece öğrenemediğim tuvaletin yerini tarif ediyorlar. Obanın bittiği yerde bi delik, mahremiyet adına birkaç parça kumaşla çevrili. Deliğe sıçmaya alışığım, Moğolistan kırsallarında hep çeşitli deliklere sıçılıyor.

Obayı gündüz gözüyle ilk görüşüm. Ekibin yarısı falan önden göçmüş, o yüzden 8-10 tipiden ibaret oba dediğim. Su kaynağımız olan dereye gidip elimi yüzümü yıkıyorum. Biraz da içiyorum. Rengeyikleriyle aynı kaynaktan su içmek güzel bi his. Reçel, sarelle çakması çikolata kreması, bayat ekmek ve sallama çayla kahvaltımı ediyorum. Haber geliyor, bugün göçmüyormuşuz. Oh. Oh’u ben mi dedim, dokunamayacağım kadar acıyan popo-kasık kesişimi bölgem mi dedi, bilinmez. O bölgenin adı Enzo olsun, her defasında tarif etmeyeyim.

Tepelerle çevrili geniş bi düzlükteyiz. Hava açık, güneş yakıyor. Tipiler geniş alana yayılmış vaziyette, göt göte diiliz. Geniş alanın merkezi sayabileceğimiz noktada yüzden çok rengeyiği var. Otlamaya, su içmeye, gezinmeye falan gitmedikleri zamanlarda belli ki orada takılıyorlar. Hala meme emen rengeyiklerini ayrı yerlere bağlamışlar. Süd önemli çünkü Duhalar için. İçtiğim en lezzetli süt bu arada.

Zaya kahvaltıda bi doktordan bahsediyor. Az ilerideki tipide kalıyormuş. Yıllar önce gelmiş, Duhalar’ı çok sevdiği için tekrar gelmek istemiş. Yanında da çanta çanta ilaç getirmiş. Zümral’ın motosiklet kazası sonrası ağrıyan dizi için yanına gidiyoruz. Hep gülen tatlı bi İtalyan çift de yanımıza yanaşıyor. Dil bariyeri varsa diye çevirmenlik yapmaya gelmişler. Doktor ve eşi 65-70 yaş üstü ama sırım gibi tipler. Tatlı tatlı dinleyip, anlatıyorlar. Kas gevşetici ve birkaç farklı etkide ağrıkesici veriyorlar Zümral’a. Ben de yolda tanışacağım tatlı insanlara vermek için getirdiğim günlük kabuğu dolu keselerin ikisini onlara ve İtalyan çifte veriyorum. Liquidambar Orientalis diyorum, bizim oraların mucizesi. Duhalar’ın ardıçı, Peru’nun palosantosu gibi enerjiyi temizler diye ekliyorum. Bitkilerin, mantarların Latincesini bilmek hayatı kolaylaştırıyor.

Odtın donğa bi rengeyiğiyle yanımıza geliyor. “Binmek ister misin?” diyor. İstemem mi. Buraya gelene kadar düz geyik bile görmemiştim. Kırklareli’ne, Sinop’a falan gitmiştim, her köşede geyik-karaca arar halde, kısmet olmamıştı. Şimdi her yerde rengeyikleri. Bi de üstüne binicem. Elazığ-Baskil kütüklü bi Thranduil’im adeta. Enzo bıçak yarası gibi sızlıyor, uzun binmeyeceğim için mutluyum. Odtın yanımda ama dünkü at yolculuğundan ötürü tetikteyim. Rengeyiği çok seri bi hayvan, iki dakikada belli ediyor hareketleriyle. Güzelim boynuzları, altımda nefes alıp verişi, kendine özgü tüyleri falan, ne değişik duygular… Kısa mesafede turladıktan sonra Odtın tamam mı devam mı diyor, “tamam” diyorum, “beni biliyorsun Odtın donğa”. Zaya çevirince Odtın gülüyor.

Uzakta kendi halinde yürüyen 50li yaşlarda bi kadını gösteriyorlar. Obanın şamanı o imiş. Biraz muhabbet edebilmek için Zaya’dan yardım istiyoruz, günbatımına bizi bekleyecekmiş. Selcen’in kitabından rengeyiklerinin tuz sevdasını okumuş, yanımda da bi torba getirmiştim. Avucuma biraz döküp yanlarına gidiyorum, fark eden 8-10 tanesi üstüme doğru yardırıyorlar. Sempatik bi linç ortamı. Birazını avucumdan yalatıp, kalanını saçarak kaçıyorum. Sonrasında da ne zaman obada yakınlarında olsam elimi yalamaya geliyorlar. Hatta çiş yaptığımı gören hızlı hızlı yanaşıyor. Çişi anında ömcürüyorlar. Elim şeyimde geri geri kaçmışlığım var membaına dalmasınlar diye. Hayvan tuz müptelası bildiğin.

Güneşin yakıcılığını kaybettiği bi saatte o etkileyici gürültüyü duyuyorum. Toplu halde dereyi geçiyorlar. Bi hayvan sürüsünün toplu hareketi, o yeri titreten hareket… Kalbim pırpır, tüylerim diken diken. Onlara doğru yürümeye başlıyorum heyecanla. Biraz uzaktan izliyorum, sonra daha da yaklaşıyorum. Bi aşamada geri dönüşe geçiyorlar. Yürüyerek, koşarak. Aralarında kalıyorum. Sağımdan solumdan koşuyor onlarca rengeyiği. Bi minik koklamaya/tanışmaya geliyor arada. Kamerayı kapatıp sürüyle birlikte koşuyorum. Gözlerimde yaşlar. Anlıyorum seni Alexander Supertramp. Yorgunluğu, ağrısı, korkusu, soğuğu… Her şey tamam oluyor o an. Çok şükür.

Vakit geliyor, şamanın tipisine giriyoruz. İçeride biri bayaa yaşlı, 3 kadın daha var. 3 Türk, Zaya, 3 diğer kadın ve şaman şeklinde oturuyoruz. Zümral bayaa yaşlı ablanın fotoğrafını çekmek istemiş dışarıdayken, izin vermemiş. Zaya sorunca “dişlerim çirkin” diyor. “Çok güzelsin” diye takılıyoruz, gülüyor. Şamanın yanındaki kadınlar nereli olduğumuzu, Duhalar’ı sevip sevmediğimizi vs. soruyorlar. Gülüşmeli, meraklı muhabbetler döndürüyoruz. Tipinin sağında solunda şamanın çeşitli aksesuarları, bitkileri… Şaman ona soracağımız bişe olup olmadığını soruyor. “Atalarımın bana diyecekleri varsa dinlemek isterim” diyorum. Şaman biraz ardıç yakıyor. Sonra yerine oturup gözleri yarı aralık vaziyette elindeki tespihimsi şeyi ağzına götürüyor. Tespihle konuşur gibi, öper gibi görüntüler. “Dinini yaşa.” diyor. “Namaz kıl.” Peki. Bi aşamada düşünüyorum da. Ama biraz zamanı var da gibi. Hastalık, sıkıntı gibi şeyleri soruyor şaman. Midem bu aralar iyi ama genelde aklımı meşgul ediyor. Gastrit var, baba da mide kanserinden göçtü falan malum. Bi ardıç daha yakıyor. İki küçük dalı da eline alıyor. Yine tespihle konuşur, ömcürür gibi hareketler. Yanıma eğilip mideme yaklaşıyor. Ardıçı oralarda gezdiriyor. Ağzına yakın duran tespihiyle mideme yaklaşıyor. Oradan bişeleri çekip çekip üflüyor. İki küçük dalı bana verip yerine oturuyor. “Evinde yak” diyor. “Suyuyla da 3 kez yıkan.” Son olarak Zümral’la ortak derdimiz/sorumuz olan anksiyeteyi anlatıyoruz. Şaman anlamıyor. Zaya’ya daha basit anlatmaya çalışıyoruz. “Çoğunlukla gerçekleşmeyen şeyler düşünüp kaygılanıyoruz.” Şaman anlayacak gibi durmuyor. Çünkü anksiyeteli Duha yok. Hep gülen, gününü yaşayan, işinde gücünde insanlar. Şaman “Düşünme” diyor. Zümral’la bakışıp gülüşüyoruz. Bi yandan evet, -elimizde olsa- en doğru ve basit cevap bu. Bi yandan da memlekette yaşayan enişte yorumu yapması komik geliyor. Şaman da anlayamadığı için diğer kadınlara soruyor, biz de nasıl anlatsak diye konuşuyoruz. Muhabbet ortada kalmasın diye bi tur daha soruyorum farklı kelimelerle. “Düşünme” diyor. “Namaz kıl.” O namazı kıldırtacak bana. Hayatım son 1 yılki izolelikte devam ederse kılarım artık diye düşünüyorum. Teşekkür edip kalkıyoruz şamanın yanından.

Günün son ışıklarında Duhalar çoğunlukla rengeyiği boynuzu ve derisinden yaptıkları hediyelik eşyaları çıkartıyorlar. Yan yana dizilmiş halde, gülümseyerek, sakin sakin incelememizi bekliyorlar. Her birinden bişeler alacak şekilde bölüşüyoruz tezgahları. Keşke daha çok şey alsaydım.

Bu gece ev sahibemiz Dalay uva (abla) yakacakmış ve arada bir besleyecekmiş sobamızı. Bu bilgi içimizi rahatlatıyor. Bi de sabah vakitli kalkmalıymışız, göç için her şey toplanacakmış. Hava henüz aşırı soğumamışken tüm katlarımızı giyip yıldızlara bakıyoruz. İlk gece titreye titreye işemeye çıktığımda hayatımda gördüğüm en güzel gökyüzünü görmüştüm. 2 dakikada 2 yıldız kaymıştı ve sanıyorum bütün evren oradaydı. Bu defa arada bulutlar var. Karanlık ve sessizliğin güzelliği ritmik bi davul sesiyle katmerleniyor. “Duyuyor musunuz siz de?” soruları dönerken ses iyice artıyor. Göç öncesi bi kutsama mı acaba? 2 Türk şamanın tipisine doğru gidiyorlar, ben yıldızlar ve davul sesiyle kalıyorum. Az sonra geri dönüyorlar. Tipinin girişinden bi kafa uzatmışlar ama içeri sokulmamışlar. İkinci denemelerinde de kibarca kovulmuşlar. Tatlı İtalyan çift şamandan bi tören rica etmiş meğer. E halay diil ki, öyle laps diye dalınsın, şaman davulu bu.

Boynum ağrıyana kadar yıldızlara bakıyorum. Bu gece üşümeyeceğimi bilmenin mutluluğu, yarın 6 saat daha at süreceğimi hatırlamanın gerginliği ve Enzo’nun sızım sızım isyanıyla uykuya dalıyorum.

14.11.23