moğolistan 5

Oha, göl varmış!

Tsagaannuur’u haritada defalarca incelemiş olsam da, bütün gün süren yorucu yolculuk, gecenin köründe varıp bayılma derken nereye geldiğimize ayamamışım. Yataktan kalkar kalkmaz masmavi parlayan gölü görüp seviniyorum. Bayaa dibindeymişiz. Reçel-bayat ekmek-az tereyağından oluşan gariban kahvaltımızı göl manzarasına karşı edip Zaya’dan haber bekliyoruz. Zaya izinler için pasaportlarımızı almaya geliyor. Bulunduğumuz bölge Rusya sınırına çok yakın. Duhalar’a giderken daha da yaklaşacağız, polisten izin alınması gerekiyor. Son hazırlıklarımızı yapıyoruz. Hiç bilmediğimiz aşırı bi iklime gidiyoruz ve atla gidiyoruz. İnternette okuduğum yolculuklarda sağanağa yakalanan da var, bi günde 5 hava olayına denk gelen de var, Ağustos’ta kar gören de var. Bu şartlarda ne kadar planlanabilirse o kadar planlamamızı yapıyoruz. 1 saat içinde Zaya izinlerimizle geri geliyor. Önce bakkala uğrayıp birkaç şey alıyoruz, sonra küçük Zaya’yla tanışıyoruz.

Selcen’den okuduğum, Zaya’dan dinlediğim üzere Duhalar yılda birkaç kez göç ediyorlarmış. Göçler bazen insanların, bazen rengeyiklerinin rahatı/iyiliği için yapılıyormuş. Zaya göçlerden birinin bugünlerde olacağını, Timo çok küçük olduğu için göç telaşında kasabada kalacağını, Odtın’ın bizi götüreceğini, rehberliğimizi ise Odtın’ın kuzeni, Duha kökenli küçük Zaya’nın yapacağını söylüyor. Obadayken aşk hikayelerini daha detaylı anlattırmayı düşünüyordum, biraz üzülüyorum. 23 yaşındaki küçük Zaya da tatlı biri çıkıyor ama. Küçükken obadan ayrı düşmüş, üniversiteyi Çanakkale’de okumuş, pandemiye Türkiye’de yakalanmış, bayaa güzel Türkçe konuşuyor. Yıllar sonra obaya bizimle dönecek, neredeyse bizim kadar heyecanlı. Ekipteki Zayalar değişmiş, Odtın ve 3 Türk kalmış vaziyette 1 saat arabayla gidiyoruz. Önce sınır polisi durduruyor, izin belgelerimizi gösteriyoruz, bi süre sonra da birkaç kulübenin olduğu bi alanda arabayı bırakıyoruz. Normalde atlara buradan binecekmişiz ama geç çıktık diye önce motosikletle biraz gidip süreden kazanacakmışız. Çantalarımız atlara yükleniyor, Odtın ve diğer Duha arkadaş bineceğimiz ve yükleri taşıyacak atları peşlerine takıp yola çıkıyorlar. Geriye kalan 3 adam da motorlara binip bize sesleniyor. İki kadın birinin arkasına, birer erkek de diğerlerinin arkalarına binip gidiyoruz. Merhaba ilk offroad motor yolculuğu.

Hava bulutlu ve rüzgarlı. Taygaya yaklaştıkça daha da soğuk olacağı, iyi giyinmemiz gerektiği söyleniyor. Tişört üstüne iki içlik, üstüne polar, üstüne eski yağmurluğum, üstüne bugünler için aldığım bordo deelim, üstüne de yağmur yağarsa diye Mörön’den aldığım naylon yağmurluk. Kafada bere, ayaklarda çizme. Bu vaziyette Moğol sürücünün arkasında gidiyorum. Adamlarla yakın temasa bayılmadığım için başta üstünkörü tutuyorum göbeğinden. Bakıyorum çamurlu yokuşlarda zıplayıp taşlarda kayıyoruz, dere yataklarında savrulup, balçıklara batıyoruz, kasksız, korumasız hızlı hızlı gidiyoruz, yapışıyorum reyize. Sevgilisiz, izole geçen ayların üstüne kurduğum aşırı yakın temasın maalesefliğine gülerek ilerliyorum. Yolun yarısında iki kadınla balçığa saplanan öndeki motosiklet devriliyor. Üstüne devrilmiş motorla bana bakan Zümral’la göz göze gelip hızla geçiyorum yanından. Toplam 1 saat Allah’a emanet süren yolculuk boşluktaki birkaç terk edilmiş kulübenin önünde bitiyor. Zümral’ın diz pert, bağlarda sıkıntı var. Daha ata binmeden dakika bir gol bir. Gözükaralık-cahil cesareti karışımı değişik bi model olduğu için yola devam edeceğini söylüyor. “Valla helal olsun”lar eşliğinde reiki verip atları bekliyorum. Yarım saat sonra geliyorlar. “Hadi bin.” diyorlar.

Nisan’da bileti alıp, Duhalar’ı ziyaretin hayalini kurduğumdan beri anksiyete yaratan gerçekle sonunda yüzleşeceğim. Aylarca mailler atıp, bin kişiye “atsız gitmenin bi yolu var mı?” diye sorup, hep olumsuz cevaplar almışım. Her hayale daldığımda “peki nasıl binicem lan?” diye keyfim kaçmış. Tırsa tırsa bindiğim motora bile sevinmiş, yol çok azaldı diye ümitlenmiş, “kaç saat ata bineceğiz?” diye sorduğumda “8-9 saat” yanıtını alıp göt olmuşum. Peki niye mi bu kadar kaygılıyım?

Çünkü ben uzun yıllardır anksiyeteyle, kaygı bozukluğuyla cebelleşiyorum. İlki babamın ölümünden sonra 4 yıl, ikincisi avukatlık sırasında 1 yıl olmak üzere 2 farklı dönemde ilaç kullandım. 10 yıldır ise türlü türlü çukura düşsem de bi şekilde ilaçsız idare etmeye çalışıyorum. Bu model olarak ata binmem lazım. Kontrolü kaybetmekle sorunum olduğu için bisiklete binmeyi ve yüzmeyi öğrenememiş biri olarak ata binmem lazım. Şehirde büyümüş bi memur ailesi çocuğu olarak tabii ki atla hiçbir alakam yokken okuduğum ilk haber şöyleydi: “Süpermen attan düşüp felç oldu!” Şimdi 50 süper kahraman aynı Marvel filminde halay çekiyor olabilir ama benim çocukluğumda bi Süpermen vardı kahraman niyetine. Onu oynayan adam attan düştü, bi ömür saksı gibi yaşadı sonra. Süpermen’i saksı etmiş hayvana bineceğim, toplam 18 saat bineceğim ve öyle düz çimlerde diil, “Allah’ın unuttuğu yer” sıfatını en çok hak eden coğrafyalardan birinde bineceğim. Düşüp yaralanırsam, bi yerimi kırarsam vs. sadece helikopterle kurtarılma ihtimalim var. O da belki. Ve forumlarda 100bin dolar gibi bedeller okumuşum. Bu nedenlerle kaygılıyım.

At dediğin hayvan oynak biri. Makine diil sonuçta, karakteri, ihtiyaçları, hayalleri falan var. Hayallerini süsleyen çalılara ulaşmak için her boş saniyesinde yön değiştiriyor, kafasını eğiyor. At tanıdıkları hızlanınca o da hızlanmak istiyor, yanlarına gidip koklaşmak istiyor vs. Bu belirsizliklerde kasıyorum bütün vücudumu. Popoyu maksimum yapıştırıyorum, sağ elimi de eyerin önündeki tutacağa kitliyorum. Oysa etrafımdaki herkes keyifli, yol da henüz görece düz, sol elleri yularda, sağ elleri serbest. Hava da soğuyacağına ısınıyor. Rüzgar azalıyor, arada güneş açıyor. Üstümdeki 2500 katla terliyorum. 1 saatin sonunda bakıyorum iyi diilim, Zaya’ya söylüyorum. Kafile duruyor, attan iniyoruz. Midem bulanıyor, karnım bi acaip, ter içindeyim, halsizim. Kasılmaktan, su kaybından tansiyon yamulmuş. Anlatıyorum durumumu, korktuğumu söylüyorum, yürüyerek oluru var mı’yı kovalıyorum bi umut. Odtın “istersen ben seninle dönüp bırakabilirim, kalanlar gider, onlara yetişirim.” diyor. “Daha 7-8 saat var, yol çok daha zorlaşacak, oradayken geri dönemeyiz.” diye ekliyor. Hadi bakalım Baran, 5 aydır hayal kurup, imkanları güç bela sağlayıp buraya kadar gelmişsin, önündeyse gerilim filmi gibi bi macera var, ver kararını. Atımın yularını Odtın’ın çekmesine, o şekilde yarım saat daha denemeye, olmazsa geri dönmeye karar veriyoruz. Giydiğim öbekten de birkaç katı çıkartıp ata biniyorum.

Korkumu anlatabilip duyulunca, birkaç “hadi yaparsın” desteğiyle, yuları tutulan atın dengesizliği de durulunca işler kolaylaşıyor. Zaman zaman elimi bırakabilir, Zaya aracılığıyla muhabbet açabilir, geçtiğim yerlerin güzelliğine arada bakabilir hale geliyorum. Yol gerçekten de kademe kademe zorlaşıyor. Taygaya daldıkça balçıklar, bataklıklar artıyor. Taşlar sıklaştıkça atın ayağı daha sık kayıyor. Yokuşların, inişlerin sıklığı arttıkça ata iyice bi yapışıyorum. Orman gürleştikçe mantarlar beliriyor. Çok sayıdalar, oldukça da çeşitliler. Birkaç Russula var tanıdık, diğerleri hep zehirli sanki. Mantar, meme, balina kuyruğu, lav, popo, passiflora çiçeği gibi şeyler iyi ki varlar, her gördüğümde ana döndüren, kaygıyı ekarte edecek kadar yaşama sevinci yükleyen şeyler bunlar. Arada Selcen’in kitabından öğrendiğim şeyleri Zaya’ya söyleyip, Odtın’a sorduruyorum. Batıkşan’ı soruyorum mesela. Küçük kız suretine girip ormanı koruyan ruh. Odtın ilerideki dağı gösteriyor. O dağın orada görmüşler Batıkşan’ı. Odtın en önden giderken yolumuza çıkan dalları da kırmaya çalışıyor.

Atın umrunda diil çünkü, o alttan yara yara giderken dallara çarpmamaya, yüzünü gözünü korumaya, hatta dal kalınsa çarpıp düşmemeye çalışmak bize düşüyor. Buralar ormanın gürleştiği, atların anca tek sıra gidebildiği darlıkta yerler. Lastik çizme havasız bırakıp sırılsıklam yapıyor ayağımı, hava da serinliyor gün ilerledikçe. Zaten 2.5-3 saattir ilerlemişiz, mola rica ediyorum. Çizmeyi çorabı çıkar, yeni çorap ve botu giy, yol için yapılmış salamlı sandviçleri ye, tütün iç falan verimli bi mola oluyor. 3-4 saatlik yolumuz varmış. Gün belli ki varamadan batacak. Hayırlısı.

Yol zorlaşıyor. Daralan yolda yandaki atlara çarpa çarpa ilerliyoruz. Öndeki at benim atın ağzına ağzına osuruyor, yandaki atın gövdesiyle benim atın gövdesi arasına ayağım sıkışıyor. Atlar bazen koklaşıyor, bazen hafiften restleşiyorlar. Bi önceki bölümdeki güvenli ortam dağılıyor yani, garip zeminlerde bata çıka, taşlarda kaya kaya, metrobüs sıkışıklığında ilerleyen bi öbeğe dönüşüyoruz. Benim sağ el artık hep eyerin demirinde tabii. Duhalar da sıkılıp muhabbete bağlıyorlar. Biri sol önümde, diğeri sağ önümde, benim at kafasını aralarına sokuyor, yularlar karışıyor, at saçmalıyor falan öf yani. Tayga ıssızlığında metrobüs tribi nedir yani kardeşim.

Günün son anları artık. Odtın uzaktaki belli belirsiz hareketliliği gösterip bişeler söylüyor. Dediklerinin arasından “ivi”yi seçiyorum. Duha dilinde rengeyiklerini anlatmak için onlarca kelime varmış. İvi evcil rengeyiğine verilen genel isim. Odtın benim atın yularını Zaya’ya verip dört nala ivilere doğru ilerliyor. Sürüden ayrılıp oba dışında dağılmışlar, onları toparlayacakmış. Az sonra ileride yollarımız kesişiyor. Odtın’ın sürdüğü 20-30 rengeyiği koşarak bizim kafilenin ortasından dıgıdık dıgıdık geçiyorlar. İlk tanışma. Lö epique! Kalbim pıtpıtpıt. Az sonra çok dik bi inişe geliyoruz. Atlardan inip yürüyoruz ilk ve son defa. Yerler taşlı, yer yer çamurlu, kaymadan yürümek mesele, yine de yürümek güzel. Sonra yine biniyoruz atlara. İlerideki tepeyi gösteriyor Zaya. Oraya gideceğiz, oradan aşağı inince de obaya varacağız, peki. Alacakaranlıkta ineceğimiz kısma varıyoruz. Aman yarabbi, bölüm sonu canavarı gibi. Dere yatağından dik bi iniş. Su akıyor, taşlar yuvarlanıyor, her yer çamur. Atın ayağı kayıp duruyor, ışık varla yok arası, motosiklet yarışçısı gibi öne eğik, atın açısına paralel gidiyorum. Bi kendime sövüyorum, bi dua ediyorum, bi reiki veriyorum, bi Duhalar’a küfrediyorum. Yol boyunca eğlenenler bile göt korkusu içinde, ses seda yok kafilede. Allah acıyor, bi şekil iniyoruz. Tek tük tipilerin bacalarından dumanlar tütüyor. Son engel olan derince dereyi de aşıp obaya giriyoruz. Çok şükür. Bu defa da ölmedim.

Bi tipiye sokuyorlar bizi. İçeride bi aile, oturan baba ve anne, daha genişçe olan yatakta uyuklayan bücürler. Diğer iki yatağa oturuyoruz. Popomun kasıkla birleştiği bölgeye el değmiyor, bıçakla yarmışlar sanki komple. Gerginlikle birleşen yorgunluktan can vereceğim neredeyse, kolumu kaldıramıyorum. Tatlı tatlı gülümseyen Duhalar’la biraz sohbet ediyoruz. Getirdiğimiz votka ve şekerleri veriyoruz. Köyceğiz’den hediye getirdiğim günlük kabuklarını da çıkartıyorum çantadan. Sobanın üstüne atıyoruz, mis gibi kokuyor çadır.

Bütün gün giysi katlarının arasında kalmış telefona bakıyorum, saat 22:30 olmuş. Rengeyiği sütü ikram ediyorlar, çok lezzetli. Topladıkları orman yemişlerinden reçel yapmışlar, ekmekle getiriyorlar. Odtın’a bişe söylüyorlar, Zaya çeviriyor, yarın sonbahar obasına göç edebilirmişiz ama kesin diilmiş. Yüzlerimiz bi düşüyor. Ne popo, ne sinirler, ne vücut buna hazır diil. “İnşallah yarın diildir” diyorum Zaya’ya kan ağlayan içime rağmen kibarca gülümseyerek. Göç edecekleri için misafir tipisini kaldırmışlar, yorganları falan da önden göçenlerle göndermişler. Birer ince yorgan veriyorlar, sobayı biraz besleyip bizi dinlenmeye bırakıyorlar. Son gücümüzle üstümüzü ayarlayıp yataklarda bayılıyoruz.

Gece 2 gibi titreyerek uyanıyoruz. Dışarısı eksilerde, tipi dediğin şeyin üstünde delik var, etrafı da ince örtülerle çevrili zaten, her yerden soğuk geliyor. Bütün katlarımızı giyiyoruz. Sönmüş sobayı dumanlar içinde kalarak canlandırıyoruz. Odun çok az, daha bunun sabah 5’i, 6’sı var. Donarak öleceğiz korkusu geliyor. Sinirler geriliyor. Ölüm korkusuna kapılan insanın kolayca katil veya maktül olabileceğini anlıyorum. İnsanlarla mesafelenme anlamında hayatımı kökten değiştirecek bi deneyim oluyor. Bi aşamada kasılmaktan, korkmaktan, tutulan-acıyan yerlerimin bıkkınlığından bi gülme geliyor. 10 ağustos gecesi (yaşadığım yer 45 derece falanken) üstüne 500 dolar verip, her yerim acır halde donarak öleceğim bildiğin” diyorum. Kahkaha atıyoruz. Son odunları da sobaya atıp yatıyoruz. Bu defa da ölmüyorum.

06.10.23