moğolistan 4

Korktuğum başıma geliyor, hastalanıyorum.

Gece sümükten uyuyamıyorum, halsiz uyanıyorum, hafiften ateşim var. Büyük hayalkırıklığı, bayaa büyük. Şu yüzden…

Gittiğim her ülkede 1 ya da 2 tane mutlaka görmek istediğim şey olur. Belki 3-5-10 tane “bunu da göreyim, çok iyiymiş” de olur ama yol sonuçta, bazen bi kısmını, bazen çoğunu görmeden dönerim ve kısmet derim. Ama o 1 ya da 2 yeri görmesem ömür boyu pişman olacağımı bilirim. Moğolistan’daki “o yer” Duhalar’ın yanı.

Ve Duhalar’ın yanına varmak için aylardır çabalıyorum aslında. Türkiye’de başlıyorum araştırmaya, ayrıntı öğrenmeye, bağlantı kovalamaya, iletişim kurmaya. Giden birkaç kişiyle konuşuyorum ama bağlantıya ulaşamıyorum. Couchsurfing’den ulaşabildiğim 3 5 Moğol’a soruyorum, ııh. 15-20 tane tur şirketine yazıyorum. 2400 dolardan başlıyor muhabbet. 2000-1800-1600 derken en ucuz 1400 dolara buluyorum. Mümkün diil, hemen hemen tüm yolculuğun bütçesi. Kaldı ki param tur şirketine diil, Duhalar’a gitsin, sirk gezer gibi diil, onlardan biri gibi takılayım istiyorum. Sonra bi blogda Zaya diye bi isme ve gmail adresine rastlıyorum. Duhalardanmış kendisi, çok da iyi İngilizcesi varmış. Onunla gidersem ucuz olurmuş, hem de para Duhalar’da kalırmış. Ama aylar önce anlaşmak lazımmış, yazın obada olacağı için ulaşmak mümkün olmazmış. Bi ay öncesinden yazıyorum Zaya’ya. Selcen’in kitabını 2 kez okuyup Duhalar’a aşık olduğumu, turist gibi diil, aileme kavuşma heyecanıyla geliyor olduğumu, onunla gitmenin ne kadar önemli olduğunu falan güzel güzel anlatıyorum.

Mörön yoluna çıkmadan önceki gece Zaya’dan haber geliyor. Bi ihtiyaç nedeniyle kasabaya gitmesi gerekmiş, orada okumuş yazdıklarımı. 3-4 gün sonra beraber gidebilme ihtimalimiz varmış. 5 gün için kişi başı 500 dolar olurmuş. Yine yazacakmış.

Doğru zaman, doğru insan, doğru bütçe. Duhalar’ı ziyaretin olabilecek en iyi versiyonu. Ayların emeği, duası karşılık buluyor. Ve ben o kadar zorlu bi yolculuktan 3 gün önce bayaa hasta oluyorum.

Ceplerimde ve elimde sümüklü tuvalet kağıdı parçaları, Hatgal’da kaldığımız yerin sahibesi Negi’den medet umuyorum. “Ben fena üşüttüm, acil iyileşmem lazım. Buralarda üşütünce kullandığınız bi ilaç var mı?” diye soruyorum. Kurutulmuş at siki tozuna şuradaki dağda yetişen otu katıp kaynatıyoruz, bi gecede kesiyor üşütmeyi… Gibi şeyler umuyorum. Sonuçta kaç bin yıllık halk, o kadar zor iklim koşulları falan. “Theraflu al, iyice terle.” diyor Negi. Peki. 2 km ötede olduğu söylenen eczaneyi Kiril alfabesi sökmeye çalışarak arıyorum. Gündüz vakti sarhoş olmuş deelli (geleneksel Moğol kıyafeti) yaşlı dayı sarıyor. Sesleniyor, bişeler istiyor, sesini yükseltiyor, hafiften kolumu tutuyor. Ağzım burnum akmış, halsizim, eczaneyi bulamamışım, ilaçları alıp, odaya geri yürüyüp, ilacımı içip bayılmama daha çok aşama var. Bi siktir git be dayı. Baktım olay çıkacak, yandaki markete dalıyorum. Marketteki tatlı abla peşimden giren dayıya bişeler söyleyip savuşturuyor. Tarzanca eczaneyi soruyorum, komşu dükkanı gösteriyor. Bulmuşum zaten meğer, hep böyle olur.

Theraflu ve multivitamini çakıp yatıyorum öğleden. Çok nadir ilaç kullanan biriyim ama şu an tartışmalı aşı olsa yaptırırım 2 tane, yeter ki 3 güne iyi olayım, uzun vadeden yemeye razıyım. Sigara içmeden, günde 3 theraflu içip durmadan terleyerek, göl ve çevresini görmekten vazgeçerek sürekli yatıyorum. 2 gün orada, 1 gün Mörön’de uslu uslu dinleniyorum. Arada Zaya yazıyor, yarın yola çıkıyormuşuz.

Kahvaltı vs. ardından öğlen Zaya geliyor. Sesi -arada çatlamaları, yükselişleri ve düşüşleri dahil- Elazığ’daki büyük amcamın kızı Zahide Abla’yla birebir aynı. Holivud starı kıvamında İngilizce konuşan, Moğol tipli bi Zahide Abla var karşımda. Kafa yakan bi deneyim kesinlikle. Çantaları Land Cruiser’a yüklerken eşi Odtın ve 3 yaşındaki oğulları Timo’yla tanışıyoruz. Odtın direksiyonda, Zaya kucağında Timo’yla yan koltukta, biz 3 Türk arka koltukta yola çıkıyoruz.

Şehrin çıkışına doğru depoyu doldurmak için duruyoruz ama benzin istasyonu kapalı. Tüm şehirde elektrikler kesilmiş, jeneratörü olan tek istasyon varmış, geri dönüyoruz. Dönmesi, kuyruk beklemesi derken 45 dakika sonra tekrar başlıyor yolculuk.

Yarım saat normal yoldan gittikten sonra bi yerden “yol olmayan yol”a sapıyoruz. 12 saat boyunca haritalarda yol olarak gözükmeyen yerlerden ilerleyeceğiz. Başlarda “yol olmayan yol” görece nizami. Çamur, taş, sallanma hissi hep var ama kıvamı makul, belli bi doğrultu var. Sonra derelerden geçmeye başlıyoruz. Büyük taşlarda büyük zıplayarak, oturduğumuz yerde birbirimize ve kapılara çarparak devam ediyoruz. Zamanla dereler nehirlere, çamurlar bataklıklara evriliyor. Nereden gideceğimize deneme yanılmalarla karar verir hale geliyoruz. Açıkçası Odtın kendinden bu kadar emin sürüyor olmasa bu yolun sonunun geleceğine ihtimal vermem. Sağda solda koşturan yer sincapları görüyoruz. Tipi, panik tavırları aynı sincap ama ağaçta diil, yerdeki deliklerde yaşayan biri kendisi. Rakım yükseldikçe yaklar beliriyor. O da tüy oranını abartmış bi arkadaş. Cadılar Bayramı kostümü giymiş bi sığır sanki. Ağaçlık-ormanlık alan miktarı da artıyor. Bi yandan sallanıyor bi yandan Zaya’nın hikayesini dinliyoruz…

Zaya Moğol, Ulaan Baatarlı. Hatırlamadığım bi nedenle ABD’ye gidiyor. Uzun yıllar kaldıktan sonra Ulaan Baatar’a dönüyor. Bi projede gönüllü olup Duhalar’ı ziyarete gidiyor. O ziyarette Odtın’la birbirlerine aşık oluyorlar. Ve Zaya aşk için hiçliğin ortasındaki göçebe hayatının parçası oluyor. ABD’deki apartman dairesinden/garajlı evden dünyanın en zorlu coğrafyalarından birindeki birkaç saatte çatılan tipiye geçiş. Büyük ilhamsın Zaya.

1.5-2 saatte bir çiş/sigara/esneme molası veriyoruz. Molada Odtın’ın yanına gidip Selcen’in kitabından öğrendiğim Duhaca kelimeleri kullanıyorum. Hakka abi demek mesela. Tarzanca “Odtın Hakka?” diyorum. Ben büyük olduğum için düzeltiyor: “Odtın Donğa, Baran Hakka”. Önümüzdeki 5 gün boyunca-ve hayatımın geri kalanında anarken- Odtın Donğa diye sesleneceğim ona. Çok becerikli, güvenilir ve tertemiz kalpli biri kendisi. Hakkalığı büyük şeref.

Sallanıp duran arabayı beşik belleyip 3 saattir uyuyor olan Timo molada uyanıyor. O uyanıp konuşmaya başlayınca sessiz sessiz araba süren Odtın Donğa da açılıyor. Tatlı tatlı konuşup duruyor üçü birden. Şahit olduğum kadarıyla, Moğollar da Duhalar da çocuklarına olan sevgilerini çok güzel gösteriyorlar. Erkek-kadın fark etmiyor, doya doya öpüp kokluyorlar. Maşallah size deyip duruyorum içimden.

Zaten zor gidilen “yol olmayan yol” başlayan dev yağmurla iyice garip bi hal alıyor. Nereden gidilir diye yolu sürekli tarayan Odtın Donğa bi de yetişmeyen sileceklerle sınanıyor. O sırada Zaya telefonundan Moğolca müzikler açıyor. Çalanların hepsine aşinayım, üçüncüde isim verip “Kongurey mi bu?” diyorum. Şaşırıyorlar, Odtın Donğa bile dönüp gülümsüyor. Podcastten, sapıkça dünya müziği taramalarımdan bahsediyorum. Huun-Huur-Tu, Egschiglen, Sedaa, Ay-Kherel, Yat-Kha, Anda Union, The HU, Batzorig Vaanchig, Tserendavaa, Sainkho Namtchylak diye sayıyorum bildiğim Moğol ve Tuva/Duha müzisyenleri. Zaya’ya gülme geliyor, “ben bile bilmiyorum bi kısmını” diyor. The HU açıp sesi arttırıyor. “Yol olmayan yol”da bata çıka, zıplaya zıplaya ilerlerken, cama çarpıp duran yağmur damlaları Moğol folk metal ezgileriyle birleşiyor. Keyiften dört köşe olup kafa sallayarak “adamlar iyi!🤘” diye bağırıyorum. Zaya kafa sallayarak dönüp “adamlar çok iyi!🤘” diye geri bağırıyor.

Yolun yarısında bi nehir görüyoruz. Üstünde küçük bi köprü, başında bi bekçi kulübesi. Yaklaşınca Odtın Donğa sesleniyor, bekçi engeli kaldırıyor, daracık köprüden geçip 5-10 tane gerin olduğu yerde duruyoruz. Yemek molası. Yorgun argın gere oturuyoruz. Önümüzdeki günlerde neredeyse her gün yiyeceğimiz tsuivan (etli, patatesli, havuçlu noodle) geliyor. Tuvalet sorunca dışarıdaki deliğe yönlendiriliyoruz. Moğolistan kırsalındaki tuvaletler hep böyle. Az daha dinlenip yola koyuluyoruz.

Zaya “Starlink kullanıyor musunuz?” diye soruyor. Sonra anlatıyor. Odtın Donğa’nın kuzeni 46 yaşında kalp krizinden göçmüş. Kasabadaki doktora haber verebilmeleri bile 2 gün sürmüş. İş işten geçmiş tabii. Geçenlerde 2 aylık bi bebek de ateşlenip ölmüş. “Acil durumlarda belki kullanabiliriz, hiç diilse ilk müdahale için fikir alırız” gibi bi ümidi var. “Ulaan Baatar’a gittiğimde araştıracağım” diyor. “Belki TİKA yardımcı olur. Dünyadaki Türkler’e el uzatıyorlar bazen” diyorum. TİKA’nın yaptığı yardımları iç edenleri anlatıyor. Tsagaannuur’da (obalara en yakın kasaba) Ulzii diye işini bilen bi kadın varmış, TİKA yardımları ona ulaştırıyormuş. O da yetkililer gider gitmez hepsine çöküyormuş. TİKA bi gençlik merkezi açmış, yetkililer gidince kadın “mekan benim, bilgisayarları kullanmak isteyen para versin” deyip kapıyı kilitlemiş. TİKA kışın yardım kolileri göndermiş, kadın tüm kolileri patlatıp içindeki yağ ve bisküvileri iç etmiş. “TİKA’ya bunları anlatabilirsin. Taygaya gelsinler, istedikleri aileye sorsunlar” diyor Zaya. Duyurmaya çalışacağımı, Selcen ve Özcan Abi’yle de paylaşacağımı söylüyorum. İkisini de çok seviyorlar. Selcen kızları, kardeşleri olmuş zaten. “Selcen ekki? (Selcen iyi mi?) “Selcen gelir?” diye soruyor Odtın Donğa gülümseyerek.

Yolun devamında kumaşlar bağlanmış küçük tipiler, değişik bayraklar, resimli taşlar olan bi alana geliyoruz. Şamanik-astrolojik bi yermiş. Küçük tipilerin üstünde Çin astrolojisindeki burçların sembolleri var. “Yerden taş al, burcunun çevresinde saat yönünde 3 tur dön, dilek dileyip taşı tipinin içine at” diyor Zaya, fare sembolünü bulup yapıyorum. Az daha ilerliyoruz, iyice çamura batmış bi dere yatağında ters yönde giderken saplanmış bi araç görüyoruz. Durup itiyoruz olmuyor, Odtın Donğa ağaç parçalarıyla destekler yapıyor, yine itiyoruz, gelişme var ama yetmiyor. 15 dakika sonra pes ediyoruz. Şoförün arkadaşına haber yollanmış, birazdan gelip kurtaracaklarnış. Hava iyice kararıyor, gece oluyor. Herkes çok yorgun, sessiz sessiz ilerliyoruz. ‘Yol olmayan yol” bi yerde ormanın içine dalıyor. Orman zemini yağmurla iyice balçık olmuş. Usta şoför Odtın Donğa bile sürekli tetikte, araba savrulup duruyor. İki ağacın arasında kayarken neredeyse çarpıyoruz, nefesler tutuluyor, şans neyse ki yanımızda. Dayanamayıp alkışlıyorum artık. Odtın Donğa’yı tanıdıktan sonra değme offroad şoförünü bile ciddiye alamayacağım artık.

Ormanı da aşınca bi tabela görüyoruz. “En kuzeydeki kasaba Tsagaannuur’a hoş geldiniz” yazıyor Moğolca ve İngilizce. Yarım saat daha ilerleyip kasabanın içine giriyoruz. Zaya kalacağımız guesthouse’u ve tuvaletin yerini gösteriyor. “İyice dinlenin, yarın öğlen yola çıkacağız, çok yorucu bi gün olacak” diyor. 12 saatlik offroad yolculuğun sonunda perişan olmuş halde, az sonra bayılıyoruz.

20.09.23