moğolistan 3

Ulaan Baatar Moğolistan’a ısınma gibi. Asıl Moğolistan başkentten çıkınca başlıyor.

İstikamet Mörön. Şehrin adına Moron diyeni de duydum, Murun diyeni de, Mürün diyeni de… Herkes kendi sesli harfini seçiyor sanki. Mırın mı desem ben de? Neyse. Mörön Duhalar’ın da yaşadığı en kuzey eyaletin büyük şehri. Büyük dediğim 40 bin nüfus. Başkentten 15 saat süreceği için bismillah halk otobüsü sefilliğine üşeniyorum. Günlerce uygun fiyatlı araba/şoför kovalıyorum, sonunda Mugi’nin önerdiği Feysbuk gruplarından biri vesilesiyle Bayar’a ulaşıyorum. Sabah beni ve 2 Türk yol arkadaşımı alıyor.

Bayar çocukken babası vefat etmiş. Ülkemizin tanınmış iş insanlarından birinin kardeşi annesiyle arkadaşmış, Türkiye’ye, çalışmaya davet etmişler. Annesi 11 yaşındaki Bayar ve ablasını alıp gelmiş bizim oralara. Türkiye ve Kıbrıs’ta okumuş. Türkler babalık, abilik yapmışlar, hep iyilik görmüş bizimkilerden. Şoförlüğe de yeni başlamış. İlk uzun yolunu bizimle yapıyor. Gözleri parlayarak, özlediği Türkçe’yi hevesle konuşarak, bolca soru sorup, tüm sorularımızı cevaplayarak çıkarıyor bizi başkentten.

Çıkar çıkmaz coğrafya değişiyor. Dev boşluklar… Yeşilli-sarılı dev boşluklar, sonsuz gökyüzüyle birleşiyor. Kmlerce hiçbişe yok. Bol yeşil-az sarı düzlükler, tek tük ağaçlı ufak tepecikler, parıl parıl gök mavisi, tek tük beyaz bulutlar. Düzlükleri yararak sular akıyor, küçük derecikler, dereler, nehirler… Sonra bazen tek, bazen 2-3, bazen 5-6 tane Moğol çadırı. Yurt diye bildiğimiz, Moğollar’ın ger dedikleri. Gerlerin yakınında, uzağında, yer yer yol ortasında yüzlerce, binlerce hayvan. 3.3 milyon insan, 100 milyona yakın hayvan yaşayan, Türkiye’nin 2 katı büyüklüğünde bi ülke burası. Bazen koyunlar, bazen keçiler, bazen sığırlar, bazen atlar. O kadar sonsuz gökyüzü, sonsuz gökyüzünden izlenecek sonsuz düzlük olunca da her yerde alıcı kuşlar takılıyor. Hayatımda hiçbi yerde Moğolistan’da gördüğüm kadar şahin görmedim. Ufak şehirler dahil sürekli şahin izliyorum. Bizim kargalara, martılara alışmamız gibi bi durum. Yolda giderken bi büyük kuş öbeğinin civarından geçiyoruz. Az sonra havalanıyorlar. Bu defa akbabalar. Onmilyonlarca hayvan demek, bol miktarda leş demek haliyle.

2 saat sonra Bayar bi manastırdan bahsediyor, hadi bi bakalım diyoruz. Daha ağaçlık, bol çamlı bi yere dalıyoruz. Bayar manastırlardan, rahiplerden baymış, bizi girişte indiriyor, orta karar diklikte yokuşu yürümeye başlıyoruz. Spora ara verip sigarayı arttırmanın etkileri eşliğinde manastıra ulaşıyorum.

Moğolistan toprakları Budizm’le milattan önce tanışmış. Türk Kağanlıkları, özellikle Uygurlar bi dönem olayın başını çekmiş. Sonra 13.yy’da Kubilay Han zamanında devletin resmi dini olmuş. Arada resmi din patlamış, Moğollar şamanizme geri sarmış. Zamanla budizm yine coşmuş, 1920lerde komünizm geldiğinde ülkede maddi, manevi, niceliksel, niteliksel kocaman bi etkisi varmış. Hatta başkent Ulaan Baatar’ın eski adı Ikh Huree yani Büyük Manastır’mış. Devrim tabii ki gücü paylaşmamış, tapınak, keşiş falan ne varsa dümdüz etmiş. Sovyetler yıkılınca tapınaklar ufak ufak tekrar inşa edilmeye başlanmış. İşte o tapınaklardan birinde geziniyorum.

Moğolistan’daki budizm Tibet kökenli ama her zaman kendi özgünlüğünü korumuş. İnsanların şamanik kökleri çok güçlü, dünyanın en zorlu iklimlerinden birinde yaşıyorsan ormanın, dağın, rüzgarın, suyun dilini kendi dilin yapman icap ediyor belli ki. Budisti de, ateisti de şamanizm soslu. Dışarıda tapınağı koruyan sevimli Budist ejderhalarının az ötesinde uluyan kurt ve geyik boynuzlu kadın heykelleri var. Tapınağa giriyorum, bi yanda Buda, az ötesinde korkunçlu mitolojik yaratık heykelleri, tepelerinde koyun kafaları, geyik boynuzları. Şamanizm-budizm el ele ortam, bi köşede de sema dönülse new age kardeşlerim akıllarını oynatırlar : D

Yola devam ediyoruz. Arabadaki aralıksız Türkiye muhabbeti bi süre sonra bayıyor, kulaklığımı takıp Wanderer listem eşliğinde Moğolistan’a odaklanıyorum. Yolda yakınlaştığımız arabalardaki bücürler bi gayret el sallıyorlar, istisnasız hepsine el sallıyorum. Büyük bi nehrin üstünden geçiyoruz, telefondan haritaya bakıyorum: Orhun Nehri… Vay be. Sonunda karşılaştık ata yadigarıyla. Büyük bi şehrin uzağından geçiyoruz, Darkhan’mış, ülkenin en büyük ikinci şehri, nüfus 100 bin civarı. Üçüncü en büyük şehir Erdenet’in içinden geçecekmişiz, yemeği de orada yiyecekmişiz, yolun yarısı ediyormuş. Manastırıydı, çişiydi, yoluydu derken 7-8 saat oluyor yola çıkalı, kahvaltı da etmemişim, seviniyorum Erdenet’e varışımıza. Modern Nomads isimli, hem Moğol hem Batı yemeklerini iyi yapan, tarz bi yerde yiyoruz yemeğimizi. Erkek ve kadın tuvaletlerini belli eden Moğol şapkalı sembolleri çok seviyorum. Yemek de bi o kadar başarılı. Bayar ülkenin en güzel kızları Erdenet’tekiler bilgisini veriyor. Analiz yapamayacak kadar az zaman geçiriyoruz. Bence Moğol kızları genel olarak güzeller. Kalbim kırık, hayat enerjim göçük, özgüvenim sıçmış olmasa şansımı denemek isterdim ama böyle şeyler için doğru zaman diil.

Yol üzerinde Bulgan’da duruyoruz. Ülkenin en iyi airag’ı (kımız) burada yapılıyormuş. Ufak pazardan bi şişe airag, biraz sade ve şekerli kurutulmuş çökeleğimsi şey ve frenküzümü alıyoruz. Çökeleğimsi şeyin şekerlisi bayaa güzel, sonraki günlerde de peyderpey gömüyorum. Bi aşamada bi diğer büyük nehirden geçiyoruz. Merhaba Orhun’un kardeşi Selenge, seni de çok duydum, çok okudum, kavuştuğumuza memnun oldum. Hava kararıyor artık. Çiş-sigara için durduğumuzda galaksileri görüp seviniyoruz. Çok şükür seyrek yerleşime, ışık-ses kirliliği olmayan coğrafyalara. Bayar’a Mörön yerine Hatgal’da kalmamızın daha iyi olacağını söylüyorum. Duhalar’ı ziyaret için haber beklediğim Zaya’dan mesaj gelmiş, 3 gün sonra yola çıkabilecekmişiz. Hatgal göl kenarında tatlı bi kasaba, günleri şehirde geçirmenin alemi yok. Bayar telefon edip kalacak yer ayarlıyor. Gece yarısından az sonra Mörön’e giriyoruz, şehrin girişinde rengeyiği heykelleri karşılıyor bizi. Benzin alıp 1 saat daha Hatgal’a devam ediyoruz. Sabah 8’de başlayan yolculuğumuz gece 2’de Hatgal’da bitiyor. Bayar’la helalleşip dinlenmeye geçiyoruz.

Uyandığımızda kendimizi gölün biraz ilerisinde buluyoruz. Bu bölge Asya steplerini taygaya bağlayan geçiş noktası. Khövsgöl Gölü dünyanın en büyük temiz-içilebilir su kaynaklarından, Baykal’ın küçük kızkardeşi ve dünyadaki 17 antik gölden biri. Moğollar Khövsgöl Denizi diyorlar bu arada. Dünyanın denize kıyısı olmayan en büyük ülkesinin deniz algısına sempatiler benden. Kahvaltı ve ufak market alışverişinden sonra tek başıma yürüyüşe çıkıyorum.

Gölün başlangıcına yürüdüğüm yerde sıkı bi rüzgar çıkıyor, sırtıma sırtıma işliyor. Gezi Parkı günlerinden beri (neler sıktılarsa artık) her sıkı rüzgarda sulanan gözlerim akmaya başlıyor. Dakika bir gol bir, biraz söylenerek gölden uzağa, yola doğru ilerliyorum. Patikadaki çamurlara, su birikintilerine bulaşmadan geçmeye çalışırken pıtpıtpıtpıt bi koşma sesi duyup kafamı çeviriyorum. 15-20 metre ötemde durmuş olan 5-6 yaşlarındaki pembe yanaklı kız çocuğu “Hi!” diyor yumuşacık bi sesle. Dünyanın en temiz bakışlarıyla gözümün içine bakıyor. Gülümseyereh “Hi!” diyorum. Ardından hemen “I love you!” diye bağırıyor heyecanla. Milisaniyeler içinde analizler dönüyor kafamda. Erkek bedeninde var olmuş bi yetişkinin küçük bi kız çocuğuyla tenhadaki eşleşmesindeki potansiyel tacizci imajı bi tarafta, dünyanın en saf sevgisiyle gözümün içine bakan bücüre duyduğum kocaman sevgi öbür tarafta. “I love you too!” diye bağırıyorum. “Bye!” diye bağırıp, el sallayıp pıtpıtpıtpıt koşuyor. “Bye!”… İşten yorgun gelip kapıda çocuğu sarılınca bütün yorgunluğu geçen baba arınmasını anlıyorum o an. O ailesinin kaldığı gere doğru koşarken elimi cep telefonuma atıp sonsuz gülümsemeyle notlara yazmaya başlıyorum. Gerin kapısından bi daha “Bye bye!” diye bağırıp el sallıyor. Hayatımın en coşkulu bye ve el sallamalarıyla karşılık veriyorum.. Gözden kayboluyor. Kaybolmasa çiselemeye başlayan yağmurun altında saatlerce el sallayıp bye diye bağırabilirdim. Artan yağmurda yavaşça yürüyerek, ekrana düşen damlaların arasından seçmeye çalışarak bunları not alıyorum.

Üşümüş ve yağmur yiyor haldeyim ama bücürün verdiği hayat enerjisiyle gölün devamına yürümek istiyorum. Dar ve bozuk, çukurları suyla dolmuş bi araba yolunda ilerliyorum. Sol tarafımda çam ağaçları, ağaçların ortasına serpiştirilmiş tek tük gerler, ağaç-evler. Sağ tarafımda ilerledikçe genişleyen, büyüklüğü görünür hale gelen göl, gölde arada bir ortaya çıkan sürat tekneleri. Naif naif bekleyen, ben yaklaştıkça heyecanlanıp boğazını temizleyen, belli etmemek için sağa sola bakan 13-14 yaşlarında bi çocuk görüyorum. Yanından geçerken utana sıkıla “Merhaba. Bot turu düzenliyoruz. 1 saati kişi başı 30000 tögrög.” diyor. “Şimdi yürüyorum. Arkadaşlarıma söyleyeceğim. Bot turu yaparsak seninle yaparız. Kartını verir misin?” diyorum. Kartı alıp, gözünün içine bakıp elini sıkıyorum, omzuna dokunuyorum. Rahatlayıp gülümsüyor. Az ileride 15-16 yaşlarında bitirim iki tip geliyor yanıma. “Bizim botumuz en iyisi. Herkes bizi seçiyor..” falan filan anlatmaya devam ediyor havalı tavırlarla. “Sağ ol, sadece yürüyorum.” deyip ilerliyorum.

Gönlüm, imkanlarım her zaman seninle olacak naif kardeşim. “Havalı” kardeşim, sen de havanı alıp götüne sok.

Peşime bi köpek takılıyor. Berduş bi tip. Yaklaşınca seviyorum. Maalesef bi tek muzum var, karnını doyuramıyorum. Doyuramasam da bana eşlik ediyor. Durunca duruyor, önden yürüyüp koruyor, gelmemi bekliyor. Çok iyi biri belli ki. Çokibi koyuyorum adını. Çokibi’yle devam ediyoruz yola. Genç, yaşlı, çocuk karışık bi Moğol ailesi atlarıyla yanımdan geçiyorlar. Çok mutlular, göl kenarında atlarıyla fotoğraflar çektiriyorlar. Burnum akmaya, halsiz hissetmeye başlıyorum. Boğazımda da bi kaşıntı. Keyfim kaçıyor, göle doyamasam, bana kalsa en az 3-5 saat daha yürümek istesem de geri dönüş yoluna geçiyorum. Yolun yarısında Çokibi eşlik ediyor. Sonra bi kemik bulup koşarak uzaklaşıyor.

Aylardır heyecanlandığım yolculuğun arifesinde rüzgara, yağmura bulaşıp hastalığa koştuğum için kafamın içinde kendime saldırıyorum. “I love you!” diye bağıran ses imdadıma yetişiyor. Hayat en unuttuğum anlarda bıkmadan usanmadan bana ne kadar sevildiğimi hatırlatıyor.

09.09.23