moğolistan 2

Kafayı, vücudu az dinlendirdikten sonra ilk iş Moğol simkartımı alıp internete kavuşuyorum. Kendi imkanlarınla geziyorsan simkart=internet=bilgi/araştırma/bağlantı kurma önemli hocam. (Benim gibi hevesli ama ürkek tipler dünyayı rahat gezebilsin diye bi kitapçık yazacağım çok ertelemeden.) Harita hizmetine kavuşunca başlıyorum Kızıl Kahraman’ı (Ulaan Baatar) yürüyerek keşfetmeye.

Binlerce yıllık Moğol kafasını yılların komünist mirasıyla, ayarsız Batı ışıltısıyla ve son yıllarda coşan Kore etkisiyle aynı şişeye dök ama tam çalkalayama. Bu homojen olmayan karışımı binaların, meydanların, tabelaların ve insanların üstüne sık. Ortam işte öyle. Kendi halinde, efendi, halinden memnun görünümlü orta yaş ve üstü, belli ki havalılığı Batı’yla eş tutan ama yine belli ki henüz çığrından çıkmamış, naifliğini, saygısını ve neşesini kaybetmemiş gençlik. Kadın ve erkeğin bayaa eşit, bayaa özgür, bayaa özgüvenli göründüğü, bence mesafelenmeyi güzel becermiş bi toplum. Gelmeden önce konuştuğum Özcan (Yüksek) Abi “Moğollar mert insanlar” demişti. Aynı fikirdeyim.

Couchsurfing’den Bella’yla buluşuyorum. Koreli arkadaşlarımın bizim rahat anlamamız, kolay telaffuz edebilmemiz için kullandıkları Batılı isimleri vardı. Moğollar da öyle takılıyor. Çoğunun resmi ismi Abdülmuttalip kıvamında, 10 harf ve üstü, ya kısaltıyorlar ya alternatif bi isim kullanıyorlar. Bella mekanların tasarım ve tanıtımını yapıyor. Şehrin en büyük ve Sovyet usulü meydanı Sukhbaatar’da görkemli meclis binası ve yanındaki Cengiz Han heykeline bakar, şık geleneksel kıyafetlerini (deellerini) giyip düğün vs. için orada buluşmuş çeşitli yaşlarda Moğolları izleyedururken Bella geliyor ve beni tanıtım-tasarımını yapacağı kafeye götürüyor. İçinde şık heykeller, güzel resimlerin olduğu kafenin bi yandan çekimini yapıyor, bi yandan benim fikirlerimi soruyor. Sanatçıların buluşma noktası da olsun, yapılan işler yemeye içmeye gelenlerin de ilgisini çekip içine katsın, kendini de döndürsün… Daha yeni Peripeteia’yı açmış bizim Fatih-Senem-Fettah-Esra, üstüne kafa yormuşuz, deneyimlemişiz, çat çat başlıyorum fikir yağdırmaya. Sevinçle şaşırıyor Bella, İlber Ortaylı dinler gibi dinliyor, her bi öneriden etkileniyor, tek tek not alıp teşekkürler ediyor. Bağlantılara gülümsüyorum. Peripeteia’nın kardeş kafesi UlaanBaatar’da, yükleme aşamasında.

İş güç uzayıp sıkınca, karnım da pek acıkınca Bella’dan müsaade isteyip kalkıyorum. Önceden internette okuduğum Peru lokantasına gidiyorum. Menüye bakıyorum, fiyatlar 35ler, 40larda. Moğol para biriminin adı Tögrög. Yiğit Özgür tiplemesinin ağzı doluyken söylediği bi kelime gibi. Öğrendiğim andan beri gülüyorum, abim de kesin güler diyorum. Cümle içinde kullanıp duruyorum, “Ökmök ölmöş 3000 tögrög, sön nö önlötöyörsön höcöm!”… Neyse, tögrög dediğin sonunda binler olan gariban bi para birimi. Menünün 35 dediği 35 dolar yani belli ki. Çok ciks mekanmış, bişe demeden, utanarak kalkıyorum. Az ileride Hint lokantası görüp dalıyorum. Menüyle birlikte üç çeşit meze geliyor otomatik. Menüyü açıyorum, yine 35-40larda yemekler. İlk mekandan kalkmışım zaten, mezeler de gelmiş nasıl kalkayım bi daha. “Ulan ilk mekandan çok da uzaklaşmadan niye oturuyorsun hıyar, belli ki lüks muhit burası.” Bi yandan hey gidi ne hale geldi paramız hayıflanmaları, daha da yurtdışına çıkılmaz hüzünleri, bu yolculuk nasıl bitecek kaygıları. Menüyü baştan sona tarayıp duruyorum, yok arkadaş, ana yemekler ateş pahası. Güzelim körileri boşverip çorba ve lavaş söylüyorum, bu defalık 20 dolara çıkayım, ders olsun, önümüzdeki günlerde ucuz yerim, ekmek-peynir alıp sandviç yapar, bütçeyi dengelerim. Siparişi verip mezelere abanıyorum, önden azıcık doyayım, çorba-lavaş yetsin umuduyla. Pek de baharatlıymış, şu ortadaki şekilsiz sıkılmış pirinç topunu ağzıma atayım diyorum. Bi ısırıyorum, ağzıma su doluyor. Şekil yapılmış ıslak mendilmiş. Hızlıca ağzımdan çıkarıp çevreme bakıyorum gören var mı diye, neyse ki başka yana bakıyorlar.

Yarım saatte önce fakir sonra cahil oldun güzel kardeşim. “Bunu ölene kadar kendine saklamalısın Baran!” ile “buna herkes gülmeli” arasında büyük gelgitler yaşarken çok lezzetli çorbam ve lavaşım geliyor. “Çok para verdik emme çorba da çorba hee🖐” tesellisiyle gömüyorum. Hesabı ödemeye gidiyorum, 20 dediği 20000 tögrögmüş. 6 dolar falan. Hala o kadar da fakir diilmişim yalabbim. Varsayım fena şey.

Sonraki gün kendimi müzelere vuruyorum. Ulusal Tarih Müzesi’nde Moğolistan tarihine dair ne varsa -Türk Kağanlıkları da dahil tabii- sergilemişler. Kıyafetler, silahlar, kemikler, belgeler, değerli eşyalar…Özellikle Bilge Kağan’ın tacı çok afilli. Doğa Tarihi Müzesi’ne ayrı hasta oluyorum. Memlekette ne kadar hayvan-bitki varsa koymuşlar. Çoğu gerçek, içi doldurulmuş, kurutulmuş örnekler, bazısı maket. Mus geyiği nasıl bi devmiş mesela orada ayıyorum. Ama müzeye asıl gitme nedenim dinozorlar. Moğolistan, özellikle Gobi kısmı dünyada en çok dinozor kemiği bulunan yerlerden biri. Hatta Gobi turlarında “belki siz de bulabilirsiniz!” diye yemliyorlar turistleri. T-rex’in bacanağını bulmuşlar mesela, devasa bi avcı, Tarbosaurus Bataar ismini vermişler. Kahraman Tarbosaurus. Başka bi bölümde meteor parçaları var. Allahım ölmeden bi tane de bana nasip et. Kafama düşmesin ama, bulayım. 70 sonrası olursa kafama da düşebilir.

Karnım acıkıyor, ilk günü pas geçmişim, bugün artık Moğol yemeği deneyeyim diyorum. Ana bulvarın üzerinde işlek bi yere giriyorum. Buuz söylüyorum. Ülkenin en yaygın yemeklerinden biri. Ayakta beklerken Moğol olmadığı açık bi tip götün götün yanaşıyor. “Türk müsünüz?” diyor. (Sonra 18 gün beraber geziyoruz.) Adı Zümral. Tokatlı. 8-9 yıldır Van’da öğretmenlik yapıyor. İngilizcesi yok. Ülke hakkında araştırması yok, öyle atlayıp gelmiş. Paralel evrendeki, benimle denk düşmediği yolculuğunu izlemeyi çok isterdim. Yemek geliyor. Tipi mantı gibi, büyük versiyonu. İçinde koyun eti. Koyunu merada çiğden ısırmışsın gibi kokuyor. Az baharat atın be gardaşım. Yenmesine yeniyor ama mutluluk veremiyor. Moğol mutfağının özeti bu cümle benim için.

Akşam yine CS’den Mugi’yle buluşuyorum. İstanbul’a okumaya gelmiş, pandemide mahsur kalmış. Mecidiyeköy’de kocaman ev tutup 5 kişiye kiralamış, enternasyonel gibi takılmışlar keyifli keyifli. İngilizce öğretmeni. Ailesinden bahsederken konu büyükbabasına geliyor. Ondan öyle bi sevgi görmüş ki, anlatırken gözleri doluyor. Kendi ifadesiyle şişko, çirkin bi çocukken büyükbabası dünyanın en güzel kızı olduğunu söylermiş. İlk yaptığı yemek yanmış, berbat olmuş, büyükbabası bütün tabağı yiyip bitirmiş. Bi gün haber veremeden geç kalmış, gece 2’de döndüğünde büyükbabasını otobüs durağında kardan adama dönmüş halde onu beklerken bulmuş. “Onu insanlara anlatmayı çok istiyorum, nasıl yazabilirim?” diye sorunca ikinci buluşmada ikinci bağlantıya gülümsüyorum. Moğolistan’a gelmeden önce az tanışıklığım olan biri arayıp babasını insanlara anlatmak istediğini, nasıl yazabileceğini sormuştu. Ona da Mugi’ye söylediğimin aynısını söylemiştim “Bana içtenlikle ve sevgiyle anlattığın için söylediklerini hissedebildim ya, işte yazarken herkese de bana anlattığın gibi anlat…”

Kalpten konuşunca herkesin aynı çocuk olduğunu hatırlamak iyi geliyor.

27.08.23