hükema baran’ın çilehanesi

“Hükema Baran’ın Çilehanesi”…

Herhalde bi 15 yıl falan önce annem yazıp odamın kapısına asmıştı bu yazıyı. 14 yaşımla 37 yaşım arasının yüzde 80’ini falan geçirdiğim odanın. 14 yaş öncesi, neredeyse her şeyi belirleyen ama benim inisiyatifimin olmadığı zamanlar. Geriye 1.5-2 yıl kalıyor. “O 1.5-2 yıl bi inisiyatif var mıydı?”nın felsefi, psikolojik, otobiyografik şeylerine şu an girmiyorum. Sonuç olarak hayatım bu odada, bu evde geçti.

Kadıköy Anadolu’ya bu evden gittim. Ömürlük dostlarımla bu evdeyken tanıştım. Deprem ve ilk anksiyetelerle bu evde yüzleştim. Abim kucağında Fıstık’la bu eve geldi. İlk esaslı -ve platonik- aşkımın büyük coşkularını bu evde yaşadım. Karşılıksız olduğunu anlayıp ağlarken, koşarak çıkıp, ilk sigara paketimi (Camel) alıp 5 dakika mesafedeki sahilde yalan yanlış içerken bu evdeydim. Babam bu evde kanser oldu. Benim kaygı bozukluğum, annemin sonsuz depresyonu bu evde başladı. Üniversiteyi kazanıp, diğer ömürlük dostlarımla bu evdeyken tanıştım. Babam öldüğünde Fıstık’a sarılıp bu evde uyudum. İlk sevgilimle icq’den bu evde yazıştım. İlk sevişmemin ardından bitmeyen bi sırıtmayla bu eve geldim. En uzun ve güven dolu ilişkimi bu evdeyken yaşadım. Bu evden askere gittim. Avukat olduğumda ve avukatlığı bıraktığımda bu evdeydim. Dünyayı keşfetmeye bu evden kaçarak başladım. Yeniden aşık olabildiğimde bu evdeydim. Bissürü güzel rengi hayatıma sokan yazılarımı bu evde yazmaya başladım. Fıstık bu evde öldü. Podcastlerimi bu evde yaptım. Müziklere ve dansa bu evde sığındım. Pandemiye bu evde yakalandım. Tekrar tekrar aşık olup, tekrar tekrar çuvallamalarımla, kim olduğum, kim olamadığımla bu evde yüzleşip durdum. 18 yıl boyunca kaçmak istediğim ama annem yalnız kalmasın diye kaçamadığım hapishanem bu evdi.

Köyceğiz’deki evimde, aylardır süren duvarlara uzun uzun bakma rutinimi yaşarken abim aradı. Kiracı komşumuz malum “kim kimi sikebilirse ekonomisinin” kurbanı olarak evinden çıkartılıyormuş, 2 çocuğuyla zor durumdaymış, e bizim ev de 1.5 yıldır boş duruyor, anneme artık abim bakıyor ve dönecek halde diil, uygun fiyatla kiraya verelim… Minvalinde bi konuşma. Evdeki işlerimi halledip, birkaç hafta sonra İstanbul’a geldim.

Anneciğim bi istifçi. Bu bi hastalık. Yıllarca kızdım, bağırdım, sindiremedim ama artık kabul etmiş ve kızmıyor haldeyim. Hani haberlerde gördüğünüz çöp evler var ya, 2 haftadır gece gündüz onlardan birini boşaltmaktayım. Burada yaşarken annemin uyumasını bekleyip gece operasyonları yapardım. Onlarca jumbo boy çöp poşetini doldur, hiç ses çıkarmadan kapıyı aç, dışarıya taşı, kapıyı kapat, 5-10 turda asansörle aşağıya indir, çöpe at, hiç ses çıkarmadan geri dön… Kilit açmayı öğrensem evlerinizi rahatça soyabilirim, o derece geliştim bu işte (ama yapmicam, merak etmeyin). Bunu yapmak zorundaydım, çünkü ev ağzına kadar doluyordu, annem 50 yıldır hiçbişeyi atmıyordu, hatta attığım kişisel çöplerimi çöpten çıkartıp saklıyordu. O gece operasyonları bugünün mesaisini hafifletti ama istifin boyutu büyük. 1 kamyonunu atmışım, 2 kamyon bugünlere kalmış diye özetleyebilirim.

Dolaplara, saklama kutularına, poşetlere tıkıştırılmış dağlar. Yüzde 90’ı çöp-fazlalık, yüzde 10’u hatıra. Hatıralar çok kıymetli oldukları için her poşeti, kutuyu, dolabı teker teker ayıkladım. 5 jumbo boy poşet çöp topla, tam öflemeye başlarken bi fotoğraf albümü çıksın karşına, 3 poşet daha ayıkla, arada bebeklik tulumunla tanış… 50 yıllık gazete kupürlerinin tozuyla öksürürken annenin babanın hiç bilmediğin hallerini bi soluk mektuptan öğren. Fotoğraflardan yakıştırdığın, umduğun aşkı ilk defa kelimelerle ispatla… Ne güzel bi hismiş kısa süre de olsa birbirlerine aşık olduklarına şahit olmak. Tabii sadece aşktan ibaret diil mektuplar. Ne sıkıntılar, yokluklar çekmişler. Ne sitemler, umutlar, hayalkırıklıkları, emekler… Bu kadar naif, bu kadar sevgi dolu, bu kadar dürüst, bu kadar aldığının 50 katını vermiş insanların çocuğu olmaktan nasıl gurur duyduğumu anlatamam.

Evdeki beyaz eşyaları, yatağımı vs. ihtiyacım olacağı için önceden Köyceğiz’e nakletmiştik. İlkel şartlara alışığım, parkeye yorgan atıp üstüne yatmak falan tamam ama bu sıcaklarda buzdolabı olsa hoş olurdu, yalan yok. Sıcaklık ufak ufak Kerbela standartlarına evrildiği için bütün bu macerayı donla yaşadım. Çöp ve fazlalıkları ayıklayıp poşetliyorum, evde yer kalmadıkça poşetleri apartman boşluğuna yığıyorum. Yığdıklarımı bi aşamada asansörle indirip, oradan çöpe taşıyorum. Apartman boşluğuna taşırken çoğu zaman kapıya ağırlık koyuyorum ama kafa yanınca koymayı unuttuğum oluyor. Bütün camları açıp cereyana sığındığım o anlarda kapının üstüme kapanma ihtimaline karşı duyduğum dehşetin fotoğrafı olsun isterdim. Gece 2’de telefonsuz, anahtarsız donuyla kapıda kalmış adam. Komşumuzu o halde uyandırıyorum, öncelikle bi kıyafet rica ediyorum. Ardından çilingir kovalıyorum falan. Öf.

Bi aşamada baktım taşımaktan ne belim kalacak geriye, ne zamanım yetecek, diğer komşumun aklı sağ olsun, toplayıcı çocuklarla işbirliğine yöneldim. Önce Ali ve Ebabil (6 harfli bi isimdi, unuttum) boşalttılar apartman boşluğundaki dağları. Sonra Selçuk geldi. En son Mehmet. 2 kamyon atığın 1 kamyonunu oluşturan gazete dağlarına özellikle sevindiler, herkes memnun oldu bu işbirliğinden. Mehmet depremden gelmiş, bi ev tutmuş ama içi boşmuş, perdeler, nevresimler, tabak çanaklar vs. onlara kısmet oldu çok şükür. Annem-babam bissürü bonus dua aldılar bu vesileyle. İşler kılçıksız yürümedi tabii çoğu zaman. 5 kere söz verip gelmemeler, telefon açmamalar, dağlarla baş başa kalıp mecburen kendim taşımalar falan, bolca küfrettim. Bi de Allah spotçuların eline düşürmesin, amin.

Fazlalıklar ihtiyacı olanlara gitti. Hatıraları ve işe yarayacak şeyleri abimle kendime paylaştırdım. Şimdi ücretsiz vermeye çalıştığım birkaç parça büyük eşyayla finali yapmaya uğraşıyorum. 12 saat araba sürmüşüm, ter içinde, belim ağrır, gözüm kapanır halde, bi an önce evime varmaya çalışırken İstanbul gişelerde trafikte kitlenmişim gibi bi ruh halindeyim. Artık bitsin lütfen. Bitince palo santo, günlük kabuğu, reiki, ne varsa yabıştırıcam bu kadar birikmiş enerjiyi temizlemek için. Aslında Mayalar gibi çocuk falan kurban etsem anca iş görür muhtemelen ama her şeyi de ben yapamicam.

Ömrüm bu tıkış tıkışlıktan bunalarak geçtiği için ben her şeyi atan, çok az eşya/hatırayla takılan biri oldum. Gittiğim yerlerden getirdiğim birer taş, tohum vs. dışında bişe biriktirmiyorum, onlar da altar niyetine kullandığım küçük bi sandığın üstünde duruyorlar. İşte o kıymetlilerimin en kıymetlisini, hayatımda beni en çok etkilemiş yerden getirdiğimi, en çok kıymet verdiğim insana vermiştim. Ateşim, kalbim, yüzüğümü temsilen. Hayatın cilvesi işte, kaybetmişti onu ve çok üzülmüştüm. Artık gidilmiyor da oraya, çok kanlı ve uzun yıllar düzelmeyecek bi iç savaş bölgesi.

Annemin yığınlarına daldığım bi günün gecesi, artık kolumu kaldıramayacak hale geldiğim bi yılgınlıkla, ayıklamayı bırakıp kutu kutu atsam mı diye düşünmeye başlamıştım. İçime sinmeyip öfleyerek devam ettim. Bi kutunun içinde küçük bi kavanoz belirdi. Kavanozun içindekini görünce ağlamaya başladım. Aynı bölgeden anneme de bi hatıra taş getirmiştim. “Ben unuturum. Nereden getirdiğini yaz, öyle saklayalım.” demişti.

“Hiçbişeyi atamayan kadın”la “verdiklerimi alamayan kadın” arasındaki hayatıma sırıttım gözümde yaşlarla.

hükema baran’ın çilehanesi” için bir yorum

Yorumlar kapalı.